10 Şubat 2018, Ali Emiri Kültür Merkezi
Abdülhamid’in tartışıldığı bir konferans vermeyi düşünmüyorum. Abdülhamit için zaten böyle bir konferans verilebilir mi? O da şüpheli. Çünkü 33 sene idare etti ve çok önemli işler yaptı. Ve kişiliği de çok önemli bir taraf Kızıl Sultan bir taraf Ulu Hakan arasında bir sürü nüanslar var. Anlaşılması ve anlatılması kolay bir adam değil. Onun için bir sohbet havası içinde hatırasını yad etmek.
Abdülhamit’in bir kere bizim Cumhuriyetin tezi Osmanlı’dan tamamen ayrı bir devlet olduğumuz tezi idi. Kemalizmin ilk yıllarında özellikle. Bugün hâlâ onu sürdüren hatırı sayılır bir grup var zannediyorum. Yani Türkiye Cumhuriyeti ayrı bir devlet, Osmanlı devleti ayrı bir devlet. Biz yepyeni bir devletiz. Osmanlıyla hiçbir alakamız yoktur, diyen onların hiçbir iler tutar tarafı olan bir tez değil.
Değişen tek şey rejim ve hanedan. Hanedan tabii ki önemliydi. Osmanlı tarihi hanedan mihrevi etrafında vücut buldu ve onunla inişleri çıkışları, birlikte tecrübe etti. Abdülhamit’in üyesi olduğu hanedan kısaca onu hatırlayalım… Tekrar hep söylüyoruz konuşuyoruz.
Dünya tarihinde benzeri olmayan bir hanedan. Dünya tarihinde uzun ömürlü bir devlet Osmanlı Devleti. Ama bu kadar uzun yaşayan devletler var. Çin var bir kere 3000 senelik en az 2000 senelik, Osmanlı yerini aldı, Bizans. Osmanlı’nın iki misli ama burada konuştuk biz onları. Bizans’ın uzun ömürlülüğü hani bir katsayı uygulansa, Bizans’ın katsayısı 1’dir. Osmanlı’nınki 7-8’dir. Yani Osmanlı’nın 600 senesini 8’e katlarsanız, o Bizans’ın 1.100 yılına denk gelebilir. Çok basit dünyada o kadar büyük değişmeler oldu ki Osmanlı’nın şahidi olduğu direnmesi mucizevi diye ifade ediyorlar. Ama en uzun yaşayan devlet değil, hanedan olarak en uzun yaşayan bütün dünyada. Bunu birkaç kere söyledik. Yani Çin 2-3 bin sene ama yakından baktığımız zaman 350 seneyi geçen bir hanedan yok. En uzun ömürlü hanedanlar en fazla 300-350 sene yaşayabiliyorlar.
Bizimkinde de ona benzer bir kriz oldu. Osmanlı tarihlerinden hatırlayacaksınız 16. yüzyılın sonunda veraset usulünün değişmesine de yol açan çok önemli bir kriz oldu. Bir de hanedanın mirasçısı kalmayabilir korkusu yaşandı 1600 yıllarında. Ama buna takattüm eden III. Mehmet ve III. Murat zamanında çok büyük şehzade katliamları oldu biliyorsunuz. Bir seferinde 19 şehzade cenazesi kaldırıldı. O tabii İstanbul’u çok etkiledi. Bu kardeş katline son verelim ve bu insanlık dışı bir şey havası oldu. Ayrıca bu kadar şehzade tabii ki de şey kalmıyor. Mesela III. Mehmet’in oğlu I. Ahmet tahta geçtiği zaman 1603. O zaman I. Ahmet’in kardeşi yok. Tek başına, küçük Mustafa var. Oğlu ondan daha küçük II. Osman var. Öldüğü zaman Ahmet, Mustafa geçiyor biliyorsunuz, sonra onun akıl dengesi uygun olmadığı için II. Osman. Ama imparatorluğun mirasçısı kalmayacak korkusu içinde veraset usulünü değiştirdiler. Değiştirmeseler uzun ömürlülüğü kesilir miydi? Onu kestirmek zor.
Yirminci yüzyıla gelinceye kadar maşallah hanedan gelişip serpiliyor. Ama tekrar Rusya’da konuşuluyor, Romanof’ların haklarını verelim. Ama hiçbir yerde ne Almanya’da Ohensenel, Avusturya’da Hapsburglar ne de Rusya’da Romanofların tekrar dönmesi hiçbir şekilde akıl karı değil. Bizim Osmanlı hanedanı epeyce kalabalık halen yaşıyor ama bildiğim kadar son şehzade Orhan, vefat ettiğinde çok büyük bir tören yapıldı. Ama Orhan kendisi çok akıllı bir adam. Bir röportajında katiyen padişah olmak istemem dedi.
Ben aşağı yukarı 50 senedir Osmanlı tarihiyle uğraşıyorum ve bende padişah olmak istemezdim. Ve herhalde sizler de istemezdiniz. Anlayınca son derece zor. Mesela Abdülhamid’in dedesi II. Mahmut illallah demiş. Genelde muzdarip adam ama çok büyük sıkıntılar içinde dönüştürmeye çalıştı. Ve bu saltanat kaygısından bıktım usandım diye ifade ediyor çok kere.
Padişahların zannederim konuştukça çok uzun, zahmetli mesaileri olduğu görülüyor. Bizim genellikle okuduklarımız, işte haremde zevkü sefada, rahat yaşayıp gidiyorlardı. İşin hiç öyle olmadığı biraz Osmanlı tarihine girince anlaşılıyor.
Bir kere her işe padişahı bulaştırıyorlar. Sistem öyle kurulmuş. Bir kere bütün o geniş imparatorluğu ve ayasının, şikayetleri, sıkıntıları, problemlerini bizzat Topkapı Sarayı’ndaki padişaha ulaştırma hakkı var. Bu hak, o kadar anayasası yok ama adı anayasa olmayan çok daha etkili olan İslami inançlarının söylediği bir şey. Kul hakkını götürmek istemezler. Ve prensip olarak o da yerleştirmişlerdir.
Kim olursa olsun daha evvel çok konuştuk zannederim, bizzat şikayetini padişaha ulaştırabilir. Onlar kendileri kalkıp gelemezler, kadıya, naibe, sancak beyine gider ve onlar merkeze iletirler. Bu iletmeyi aksatan olursa çok ağır ceza görür. Onun için bu şikayetler çok var arşivde. Hepsini padişah bizzat görür, ne çare bulundu, bunlarla uğraşıyor. Uluslararası ilişkilerle ilgili hiçbir konu padişaha arz edilmeden nihai sonuca ulaşmaz. Uluslararası ilişkilerde devlet büyüdükçe etrafın da büyüyor. Muazzam artıyor, o başlı başına bir mesele. Osmanlı padişahları günde en az 15-20 saat çalışıyor olmaları lazım. Kendi elleriyle yazdıkları yazılara bakınca bunu anlıyoruz.
Bunların içinde Abdülhamid’in müstesna bir yeri var. Onun dedesi II. Mahmud da çok iyi yazar. Eski yazıda kaligrafi yazı sahibi, ayrıca da fikirleri var. Onun hattı humayunları uzuncadır. Arz tezkereleri bazen çarşafçadır, uzun olabilir onları okur ve onların içindeki birçok problemi kendince nasıl çözüleceğini o hattı humayunda ifade eder. Bu konuda Abdülhamid’den önce II. Mahmud en önemli hattı humayunları olan biri. Ama Abdülhamid devrine geldiğimiz zaman artık padişahlar yazmıyorlar. Abdülmecid’den başlıyor hatta Mahmud’un son zamanlarında Sadrazam arzını padişaha doğrudan göndermiyor, mabeyin katibine gönderiyor. Katip onu okuyor, padişaha öyle anlıyoruz ve padişah dinliyor, şunu öyle, bunu öyle yapsınlar diye ona direktif veriyor o da ifade ediyor ve Sadrazam’a iade ediyor. Abdülhamid’in bu şekilde levhasıyla yaptığı şeyler var.
Şimdi Abdülhamid için ne diyorlar mesela bizim içerdeki tenkidimiz müstebit idi. Hürriyeti yasakladı, her şeyi sansür ediyordu. Kelimeleri, kavramları, cümlelere varıncaya kadar her şeye hakim olmak istedi. Hafiyelerle çalıştı, bir adamın peşine başka bir adam taktı. Taktığı adamın peşine de başka bir adam… Böyle şeyler söylerler ama en önemlisi kendi başına buyruktu. Bir nevi otoktor, diktatör, faşizan. Mussolini’yle ilgili bir ön proje hazırladığını söyleyenler de var. Tabii Batı’daki kritikler çok daha sert ve zalim ve hemen hepsi aleyhinde ama onların içinde de Batılıların özelliği genellikle objektiflikten tamamiyle hiçbir zaman kurtulamazlar. Ve çok görünen özelliklerine mesela Abdülhamid’in aleyhinde olanların pek çoğu bunun çok zeki ve çok başarılı ve çok nazik bir adam olduğunu söylüyorlar, çok kibar ve çok esnek dikteleri olan uluslararası ilişkilerde bunları söylüyorlar.
Şunu da söylüyorlar genellikle, bizimkiler onu çok fazla söylemiyorlar. Ama Osmanlı sisteminin baştan beri profilinin en hakim çizgisi demokratik olmasıydı. İnsan yönetim kadrolarına yükseltilenlerin liyakat esası birinci derecede önemliydi.
Liyakat içinde tabii ki zeka da birinci derecede. Ama yetmezdi, çalışkan olmalı, dürüst olmalı ve enerjik şahsiyat sahibi olmalı. Birçok vasıflarıyla yükseltmeyi ona göre yaparlardı. Bunu mesela Fatih ve belki IV. Murat arasındaki dönemde devşirmeyle yaptılar. Müslüman olmayan ailelerden çocukları devşirerek o çektikleri çocukların yeteneklerine göre onu da hep konuşuyoruz, çok sıkı bir eğitimle yükseltiyorlardı. Kayırma olabilir tabii, her yerde oluyor. Yükseltilen bir adam, dahi bir adam çıkmış geniş imkanlar veriyor ona, o imkanları kullanarak, çok büyük bir aile tekrardan teşkil edebilir. Altı tane oğlu, on iki tane kızı olan çocukları olan olabilir. Oğullarını ve kızlarını tabii ki iyi konuma getirmek ister. Kayırmak ister. Dahinin çocuğu da dahi olabilir ama ihtimal biraz az nihayet vasat bir şekil alabilir. Onun da ara kademelere kadar çıkmasına izin verilebilir. Onun dışında meritokrasi sonuna kadar işledi.
Abdülhamid’de yükselteceği adamların bu kalite vasfına çok dikkat ettiğini bizzat Abdülhamid aleyhinde olan yabancı gözlemciler de doğruluyorlar. İşte en son diyelim: Bizim Kurtuluş, Milli Mücadele’yi yapan Paşalar bunların hepsi Abdülhamid devrinde doğmuş ve yetişmiş insanlardır. Atatürk, İsmet Paşa, Fevzi Paşa… Bunların Fevzi Paşa’yı bilmiyorum ama Atatürk ve İsmet Paşa’yı hepimiz iyi biliyoruz. Onlar zengin aile çocukları değil. Ancak devletin desteğiyle yetişebilmiş insanlar.
Abdülhamid kendisiyle çalışacak olanları böyle meritokrasi şeklinde seçen insan. Fakat kendisi bu seçtikleri insanlardan birçok konuda çok daha yetkin olduğunu gösteren pek çok şey var. Başbakanlık, Osmanlı arşivinde, bu 33 sene içinde iradeler denilen padişaha sunulan ukela meclisinin kararları. O kararlar öyle bir iki haftada olmuyor, giderek onlar, çeşitli kurumlar, bakanlıklar, daireler, müdürlüklerin katkılarıyla oluşan bir tomar halinde geliyor padişaha. Bir alt serserisi var hepsini özetleyen arz tezkeresi var, ama hepsi sunulur çünkü o arz tezkeresinde eksik gördüğü, daha ayrıntılı bilmek istediği şeyler belgelerde var. Abdülhamid bunların hepsini görüyor, inceliyor ve bunları kritik eden irade gönderiyor. Genellikle Mahmud da uzun hattı humayun yapıyor ama çok müdahale etmiyor. Genelde arzlarda şöyle olsun demezler, olacağına işaret ederler. Ama öyle ya da böyle nasıl emrederseniz filan diye kibarca bitirirler.
Abdülhamid dışında ben başka bir padişahta görmedim. Yalnız onda. Sunulan şeyleri ukela meclisinin çeşitli kademelerden süzüle süzüle gelen ve nihai kararı veren ukela meclisinin o gelen tomarların içinde ciddi olarak onları inceleyip onların hepsini değil hepsini inceliyor ama bir kısmında o kadar ince kompetan kritikler yaparak geri gönderiyor şöyle yapın böyle yapın demiyor, onu görmedim ben siz şöyle yapın da böyle yapın da hiç böyle bir şey görmedim. Öyle bir şey zaten akıllı bir insanın yapabileceği bir şey değil.
Abdülhamid resmen kritik ediyor ukela meclisinin raporlarını. Mesela diyor siz şöyle şöyle demişsiniz, halbuki o dediğiniz a ve d nin yerine bir de c ve b vardır, onları hesaba katmamışsınız onları da hesaba katıp ona göre yeniden düşünün ve arz edin tarzı kritikleri pek çoktur. Bunların içinde benim hayret ettiğim çok teknik konular var. Mesela bir tanesi Erzurum’da 1890’larda ekmek narhıyla ilgili bir şikayet geliyor. Ukela meclisi onu araştırıyor, tartışıyor o şikayet çözüm için bir kaç sene evvel İstanbul için kabul edilmiş ekmek nizamının Erzurum’da da uygulamalarının doğru olacağını söyleyen bir rapor ukela meclisinden geliyor. Abdülhamid de onu inceliyor. Abdülhamid biliyorsunuz saraydan pek çıkan bir adam değil, bir Avrupa’ya gitti o da Abdülaziz’in fethiyle. Onun dışında dolaşan bir adam değil. Erzurum’a gitmişliği yok. Fakat kendi ülkesini de çok iyi tanıyor. Ve çok gündelik olan bir şeye Erzurum için İstanbul nizamının uygulanmasının mümkün olmadığını madde madde anlatıyor. İstanbul’da yürüyor, çünkü şöyle şöyle şartlar var. Erzurum’da bu şartların hiçbiri yok, orada ise şöyle şöyle böyle böyle esaslar var. Yani Erzurum’un şartlarına göre başka bir düzenleme yapmak gerekir diye geri gönderiyor. Bu memleketin herhangi bir yerindeki çok sıradan, pratik bir konudaki şeyleri insanı hayrete düşüren kompetansı var.
Uluslararası ilişkilerdeki performansına ise hiç diyecek yok. Ona Avrupa’nın çok aleyhinde olan Kızıl Sultan, zalim, kanlı adam, Ermenilerin katili, Bulgarların katili böyle tanımadan söylemelerine rağmen uluslararasındaki ilişkilerdeki performansını, başarısını ciddi olarak yaklaşanların hiçbiri inkar etmiyor. Ve biliyorsunuz Abdülhamid döneminde Avrupa’nın hasta adamıdır Osmanlı Devleti. Çar Aleksandr’ın, bu hasta adam yakında vefat edecek onun için şimdiden hazırlanın, biliyorsunuz ilkokuldan beri okuyorsunuz bunları. O hasta adamı Abdülhamid diriltmek için şeytanın aklına gelmeyecek yolları denedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulabilmesini sağlayan en önemli temel yatırımları, maddi ve manevi her bakımdan Cumhuriyet’in temellerini Abdülhamid attı diyebilirim ben. Abdülhamid tecrübesi olmasa idi Cumhuriyeti kurabilir miydik, muhtemelen yine kurardık. Çünkü bu çok eski 1000 yıllık tarihi olan bir milleti böyle çok kısa bir zamanda yok etmek kolay olmasa gerek. Ama Abdülhamid’in yaptığı katkı son derece enteresandır. Mesela Abdülhamid 93 Harbi’ni istemedi. Ki tahta o sıralarda geçti 1876. Savaş henüz başlamamıştı ama savaşı önleyemedi o. Savaş makinası harekete geçmiş bulunuyordu. Neticede savaşı kaybettik.
Kaybettikten sonra Ayastefanos muadesine yerine Berlin muadesine doğru görüşmeler yapılırken Kıbrıs’ı İngiltere’ye verdiler. Abdülhamid buna şiddetle karşı çıktı. Onun raporunu İsmail Hakkı Uzunçarşılı da yayınladı bir dergide. Abdülhamid sadece muhakeme ediyor. Rus savaşı bitmiş. Rus tehlikesine karşı ilerde İngiltere’nin bizi desteklemesi için Kıbrıs’ı veriyor. Kıbrıs’ı veriyor ki Rus’a karşı bizi korusun diye. Abdülhamid buna şiddetle karşı koyuyor. İngiltere koruyacaksa Rusya’ya karşı, kendi menfaati için koruyacak. Menfaati Kıbrıs’la sınırlı kalacaksa onu zaten korumasına gerek yok. Türkiye’yi menfaati için koruyacaksa Kıbrıs’ı vermeden de yapar, versen de yapar, diyor bu mantık yanlış bir mantık. Ama neticede deniyorlar.
Bu sırada Abdülhamid’in enterasan, vizyoner denebilecek şeyleri var. İngiltere’nin, Kırım Savaşı’nda bizi hararetle desteklediği savaşa girdik. Savaşa girdi ama ondan sonra epey şeyler değişti. 1877 savaşında İngiltere artık bizim tarafımızda değildi. İngiltere’de Türk taraftarı olan kurumları vardı ama resmi politika İngiliz politikası ciddi olarak değişmişti.
Abdülhamid mesela bunları çok iyi takip ederek, diyor ki 1880’lerde verdiği bir raporda, 40 sene oldu okuyalı hâlâ heyecan verici raporu var. İngiltere’nin diyor Türkiye’yi indirgemek istediği sınırlar diye Sevr’in Türkiye’sini çiziyor. Kastamonu, Çankırı, Yozgat… İngiltere diyor bizi bu sınırlara hapsetme şeyine sahiptir. Onu İngilizlerin çoğu da çok sonra I. Dünya Harbi’nden sonra oluşan o şeyi bir vizyoner gibi 1880’lerin ortasında görebilmiş bir adam.
Ve o sırada tabii Dünya tarihinde Avrupa tarihinde kapitalizmin zirveye çıktığı yalnız Afrika’nın Amerika’nın bir kısmını kolonize etmekten daha öte tümüyle Afrika ve Asya’yı da bölüşmek istedikleri imparatorluklar, çarlar bölüşme tam bu Abdülhamid’in döneminde başladılar. Ve iş Osmanlı Devleti’ni İmparatorluğunu bölüşmeye girişmişlerdi. Bunu önlemek için Abdülhamid’in kurduğu uluslararası ilişkileri biliyorsunuz onları.
Ama Almanya ile İtalya‘nın doğuşunu çok ciddiyetle ele aldığı o raporlarda onlarda var. Bizim dış siyasetimiz artık Fransa ve İngiltere ile değil bu Avrupa’da yeni doğan sömürgeleri olmayan ülkeler. Eskilerin rakibi Almanya ve İtalya en çok. İtalya sonradan garip şekiller aldı. Ama Almanya Abdülhamid’in bu tasarruna uygun şekilde davrandı. Ve o sayede Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olabilecek rekorları modernleştirmeyi Abdülhamid sağladı. Bir kere eğitimde çok büyük mesafe aldık. Organizasyonda, ekonomide de, ticarette de… Kapitülasyonlardan kurtulmak için, yapmaya çalıştı. Tabii orada çok başarılı olunamadı. Çok eskiden gelen istikameti değiştirmek imkanı yoktu biliyorsunuz kapitülasyonları savaşta İttihat ve Terrakki kaldırdı. Kendi müttefiğimiz olan Almanya kabul etmedi. Yani uluslararası ilişkiler çok zalimdir. Bir verir iki almaya çalışır. Onun için şimdi de yapıyoruz birçok şeyi.
Evet Abdülhamid’in bu şeyleri ukela meclisinin kararları üzerindeki kritikleri bildiğim kadarıyla henüz kimse el atmadı onu.
Yani arşivde çok şey değil. Abdülhamid döneminde ukela meclisinin sunduğu raporlar bir kaç bin tanedir. Onu örneklemeyle bir kaç yüze indirip pekala bir çalışma yapılabilirdi. Ama şimdiye kadar kimse yapmadı. O zaman Abdülhamid’in hangi alanlarda ne ölçüde kompetan alanlarda hareket ettiği, despotik alanları varsa onların da oradan çıkarılması mümkün olabilir.
Şimdi yeni söylüyorlar mesela Abdülhamid, verimli, korkak, herkesten endişelenen, kaygılanan, güvenmez bir tip diye söylüyorlar. Korkaklığı çok yaygın olarak söylenir. Ama gerçekten öyle miydi? O da çok şüpheli. Mesela suikast olduğu zaman sonra anlıyorlar camii çıkışında ona karşı orada bulunanların söyledikleri arabacı arabayı kullanan adam dehşete kapılmış. Abdülhamid gidiyor arabacının yerine oturuyor ve dizginleri alıp sakin bir şekilde saraya gidiyor bu şekilde anlatıyorlar.
Mesela uluslararası ilişkilerde sadrazamlar, bakanların değişmesinde yabancıların çok oyunları var. Tazminattan başladı Rus taraftarı, İngiliz, Fransız taraftarı sadrazam ve ukela adayları oluştu. Abdülhamid döneminde de vardı. Birilerinin getirilmesi için zorlarlar, tehdit ederler. Bir sürü bu mekanizmalar işler. Abdülhamid’in bunlara karşı tepkisinde cesaretsizlik örneği pek görünmüyor. Çok riskli olan kararları alabildiği görülüyor. Ama bunları tabii ayrıntılı bir şekilde inceleyen bildiğim kadarıyla pek bir şey yok. Bizde Abdülhamid’i yazan iki yazarımız var. Biri Necip Fazıl, biri de Nihal Atsız. Nihal Atsız tabii tarih bilgisi çok olan bir adam ama onun uzmanlığı Abdülhamid dönemiyle ilgili değil. Onun tabii Abdülhamid’in milliyetçiliğine yazdığı. Necip Fazıl’ın da İslam birliğini, halifeliğini inceleyen iki de ideolojik olarak. Ama Abdülhamid’i teknik olarak yaptıklarıyla inceleyen ufak tefek o dönemle ilgili makaleler var. Ama daha derinliğine ciddi şeyler yok. Olması temenni edilir. Abdülhamid ile ilgili fazla bir şey bilmeden 6 Şubat 1918’de savaşa Abdülhamid olsaydı girmezdik şeyleri var. O savaşı da gördü. Savaşta İstanbul’daydı biliyorsunuz. Kurtuluş olarak Selanik’e gönderildi. Selanik işgal edileceği sırada da İstanbul’a getirdiler. 1915 Çanakkale sırasında İstanbul’u boşaltmayı önerdiler. Abdülhamid bunu kabul etmedi biliyorsunuz. Konstantin kadar da mı olamadınız. Yani buraya gireceklerse, burada kalalım ve savunalım demek istedi. Fakat I. Dünya Harbi’nin dışında kalmayı isterdi Abdülhamid. Ama mümkün olmadığını zannederim takdir ederdi.
I. Dünya Harbi’ne girmeseydik diyenler bence çok haklı değiller. I. Dünya Harbi’ne girdik de Cumhuriyet’i kurmamıza en büyük sağlayan katkı I. Dünya Harbi’ndeki Osmanlı ordularının performansıdır. O performans da işte Atatürk’ü, İnönü’yü ve Fevzi Paşa’yı da ortaya çıkaran ve Anadolu’da hiç yoktan bir mukavemetler organize edebilen. I. Dünya Harbi Osmanlı için yapıldı zaten. O çok açık. Osmanlı’nın mirasını paylaşmak. Savaş bitti, bizi bir maddeye dayanarak Yunan Ordusu İzmir’e çıktı. Yunanistan’a da Batı Anadolu’yu tahsis ettiler. Ama Yunanistan biliyorsunuz savaşa girmedi. I. Dünya Harbi’nin hırpaladığı bir memleket değildi. İyi, kötü bir ordusu vardı. Gayet sağlam, onu İngilizlerin desteğiyle Anadolu’ya girdiler. Ve başaramadı Yunan Ordusu.
İngilizler bizzat girebilirlerdi savaşa. Onlar da buna cesaret edemediler. İngiltere bir kere diğer müttefikleri onlar yan çizdi. İtalya ve Fransa. İngiltere de bu da cesaret edemedi. Çünkü dört sene süreceğini kimse düşünmüyordu Dünya Harbinin. Herkes hemen bitecek zannediyordu. Dört sene hemen herkesi hırpaladı. Bir de İngilizler şunu da gördüler: Anadolu’daki mücadele başladığı zaman Müslümanları, Sünni Müslümanların hemen hepsi kolonilerdeydi. Yani İngiliz, Fransız, Hollanda ama en büyük kısmı İngilizlerin Hindistan’daydı. Ve Hindistan’ın yarısı aşağı yukarı Müslüman bir din yahut üçte biri. Hint Müslümanları ve Asya’nın diğer bölgelerindeki Müslümanlar Anadolu’daki savaşı çok önemsediler.
Bunu herkes biliyor ve İngiltere Hindistan’ı kaybetme riski de olduğu için Anadolu harekatına pek müdahale edemedi. Yalnız şey istedi, bu halifelikten kurtulalım. Ondan sonra Arap Bölgesi’ni bırakalım o kadar onlar da kabul edilince doğrudan müdahaleye girmedi. Yunan Ordusu’nun İngiliz desteği olmadan daha fazla bir şey yapması mümkün olmadığı için mesele bitti.
Birinci Dünya Harbi’ne girmeseydik ne olabilirdi? Bir kere Arapların bizden çıkması kaçınılmaz bir şeydi. Ne şekilde olursa olsun o gerçekleşecekti. Savaşa girmediğimiz takdirde savaşın sonunda bir taraf kazanacaktı. Enver Paşa Almanlar kazanacak diyordu. Almanlar aslında kaybetmediler savaşı yalnız kazanamadılar. Kazanamayınca karşı kampın gücü sonsuz, yüz sene dayanabilir potansiyeli olan bir rakipti Amerika ve İngiltere imparatorlukları. Onun için sabırla beklediler. Almanya havluyu atınca mesele bitti. Savaşa girmeseydik kazanan tarafın başımıza bela olması da kaçınılmaz bir şeydi. Onun için İttihatçıların pek çok yanlışı vardır ama savaşa Almanya tarafından girmekte, bir nevi Abdülhamid’in çizdiği istikameti takip etmiş oldular diye düşünebiliriz.
Evet Abdülhamitle ilgili bu kadar gevezelikten sonra benden daha iyi bilenler vardır herhalde içinizde.
Abdülhamid Sultanımızın tam rahmete kavuştuğu 100. yılında çok önemli rol oynadı hakikaten. Türkiye’yi dağılmaktan kurtarmak için bütün zekasını, enerjisini, imkanlarını kullandı. Bir 30 sene bildiğiniz kurumların çoğu Abdülhamid devrinde kurulmasında güç kazandılar. Modernleşme de çok büyük katkıları oldu.
Allah rahmet eylesin. Sorularınız varsa, buyrun efendim.
Soru: Petrol bölgelerinin menfaati var deniyor, Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde.
Cevap: Petrol, tabii onun için Osmanlı’yı bölüşüceklerdi.
Soru: Petrol ilk ne zaman keşfedildi?
Cevap: Petrol ilk Amerika’da keşfedildi. 1859-60 ilk, ama sonra Kafkasya’da Azeri Petrolü bulundu. Bizim bölge 20. yüzyılın başlarında yani 1900’lerde daha evvel neft yağı şeyler var ama 1900 civarı diyebiliriz. Hepsi değil 1900’lerde birkaç tanesi keşfedildi sonra yavaş yavaş hâlâ keşfediliyor derinlerde
Soru: Hocam ilave olarak soruyorum: Jeoloji olarak yerin altındaki petrol için mi Avrupa ülkeleri bunun için mi parçalamak istedi Osmanlı’yı.
Cevap: Yalnız petrol değil, bir de tabii İsrail var. Filistin var. Ondan sonra şu var dünyada o zaman 300 milyon kadar Müslüman tahmini var. Onların hemen hepsi Osmanlı ve İran hariç hepsi koloniydi.
Soru: Haçlı ve Müslüman. Müslüman ve Haçlının devamı mıydı Osmanlı. Müslüman olduğu için mi bu kadar üşüştüler başına.
Cevap: Hayır. Osmanlı Müslümanlığı daha yeni değildi. Daha evvel çok eskiden beri. Biliyorsunuz Müslüman devlet olarak kuruldu 1300’lerde. Demek ki 600 sene Müslüman. Sadece Müslüman olduğu için değil uluslararası ilişkilerde bir faktör sadece başka şeyler var.
Soru: İsrail Müslüman’a daima köstek oluyor. Müslümanı niye bu kadar eziyor.
Soru: 1987 yılında Şam’da bulundum. 30 sene önce. Orada çok dikkatimi çekti. Etraftan yaşlı bir insan, “Sen nereden geliyorsun” dedi. Ben dedim Türkiye, İstanbul’dan geliyorum. Oraya ticaret için gitmiştim. Bana bir tek şey söyledi, “ah Abdülhamid, ah”, dedi. Bunu ben çok değerli bir anektot olarak unutmadım. 30 sene sonra unutmadım, hâlâ hatırlıyorum. O yaşlı amcanın da “ah, Abdülhamid, ah” deyişi bir ah var içinde onu bir paylaşmak istedim.
Cevap: Abdülhamid’in müthiş bir propaganda şeyi var. Bir Lenin icat etti, Göbels onu geliştirdi. Fakat onlardan önce Abdülhamid çok başarılı bir propaganda uzmanıdır. Mesela ben 1930’larda doğdum. Çocukluğum 1940’larda Karadeniz’in doğusunda geçti. Padişah deyince Abdülhamid’i hatırlarlardı. Abdülhamid Malezya’da da Abdülhamid adı altında Güney Afrika’da da. İngilizlerin neden anti ottoman bir istikamet aldıkları bunlardan anlaşılıyor.
İngilizlerin en önemli sömürgesi Hindistan’dı. Oradan güç alan imparatorluk Hindistan’daki Müslümanların çok rahatsız edeceği tepkileri vardı. Sonra biliyorsunuz II. Dünya Harbi’nden sonra ilk bağımsızlığa kavuşan ülkelerden biri Hindistan oldu. Gandi’yle Muhammed İkbal ve Pakistan’ın lideri müştereken aynı şekilde tepki gösterdiler. Bu tepkiler çok eskiydi. Abdülhamid’den de önce. Mesela 93 Harbi Abdülhamid yeni tahta geçmişti. Hint Müslümanları aralarında siz Kurtuluş Savaşında gördüklerini biliyoruz. İş Bankası’nın öyle kurulduğunu biliyoruz. Ama oraya parayı gönderenler fakir fukara insanlar kimisi yüzüğünü, mücevherlerini, kenarda köşede hatıralarını satarak paralar topladılar.
93 Harbinde de aynı şekilde katkıda bulunduklarını bazı Hint arşivlerinde çalışan yabancıların henüz Türkler bu konulara girmedi bildiğim kadarıyla. Hint müslümanlarının yaptıkları muazzam yardımlar var 93 Harbinde. Para yardımı yapıyorlar, ama savaşı adım adım takip ediyorlar. Artık para yardımının dışında gönüllü asker toplamaya başlıyorlar. İngilizler bunu biliyor. I. Dünya Harbinde de aynı şekilde heyecan gösterdiler Hindistan’daki Müslümanlar. İslam’ın son mukavemetidir diye. Bunlar da tabii ki çok etkiledi.
Osmanlı’da kalan Müslüman 10-15 milyon kalmıştı. Onun için halifelik üzerine İngilizlerin müthiş ısrarı var. Türk olmasın da kim olursa olsun diye ibare var. Türk olmasın, Arap olsun, Acem olsun, kim olursa olsun.
Soru: Bu ibareler nerde var?
Cevap: O ibare birçok belgede var. İngilizlerin gazetelerinde çıkan bilgiler var. Bir nevi hükümetin yarı resmi organları şeklindeki Times, ondan sonra Manchester Guardian ve birkaç gazetede bunları ifade ediyorlar. Yazışmalar var. Mısır’daki yöneticilerin Londra ile yazışmalarında bunlar var. Türk olmasın halife çünkü Türk halifeden çok o halifenin cihad etmesinde çok rahatsız bir şey. Belki bizim etkilendiğimiz bir şey olmadı ama İngilizleri etkiledi.
Soru: Mısırla ilgili, Abdülhamid’le ilgili değil ama Mısır, Osmanlı’ya ne getirdi, ne götürdü?
Cevap: Mısır Memluktu. Mısır Mesudiye birlikteydi. 1517’de Osmanlı bütçesi 100 milyon akçeydi. 1517’de Mısır ve Suriye eklendiği zaman aşağı yukarı iki misline çıktı. Yani Osmanlı iktisadi, mali gücüne bir kat daha eklenmiş oldu. Bu sonuna kadar devam etmedi. Ama Mısır kendi içinde İstanbul’dan vali gönderildi. Ondan sonra merkez orduları, yeniçeri gönderildi. Kadı gönderildi. Yani bürokrasinin merkezleri vali ve adamları. Mısır biliyorsunuz Osmanlı’ya doğrudan bağlı değildi. Yani salihari dedikleri kendi idaresini kendi yağıyla kavrulur. Fazlaları İstanbul’a gönderir. Onun fazlası 600.000 altındır. 600.000 altın da devletin, hükümetin harcamalarına girmezdi. Doğrudan iç hazineye giderdi. Resens olarak kullanılırdı. Çok sıkıldığı zaman kullanılacak bir hazine olarak. Ama tabii Mısır’ın katkıları 18. yüzyıldan sonra çok azaldı. Ama bu maliye bakımdan ekonomi bakımından durum başka.
Mısır, Anadolu ve Rumeli’yle çok sıkı ticari, iktisadi mübadelenin içindeydi. Mübadele hem Mısır’a hem Anadolu ve Rumeli’ye. Bu 1800’lere kadar böyle devam etti. Ama 19. yüzyılda bu değişti. Mısır mesela 1790’da ticaretinin yüz seksenini Anadolu ve Rumeliyle Selanik, İzmir, Antalya’yla yapıyordu. Yüzde yirmisini Avrupa’yla yapıyordu.
Avrupa’dan bazı sanayii malları alıyordu. Bazı şeyleri ihraç ediyordu ama o ihracat İstanbul’un kontrolündeydi. Şunları satarsın bunları satamazsın. 1800’den sonra bu 20-30 senede tersine döndü. Ticaretinin yüzde seksenini Avrupa’yla yaptı. Bizim Anadolu ve Rumeli’yle azaldı. Yani iktisadi ilişkiler zaten suyun altından gidiyordu. Neticede 1881’de İngilizler oraya oturdular.
Soru: Abdülhamid her kadar büyük ve savunduğumuz bir padişahımız olsa da Osmanlı’nın ulus devlet süreci Osmanlı’yı yıktı. Abdülhamid kendi yaşadığı dönemde ulus devlet sürecini uluslaşmayı daha iyi okuyup Osmanlı’yla bir reforma dönüştürmeyi düşündü mü? Yani ulus devlet sürecini Abdülhamid öngörebilseydi belki de Osmanlı varlığını koruyabilecek miydi?
Cevap: Çok acı bir şey söylediniz. Deprem geliyor, sel geliyor şimdi ısınma var gerçi Trump onu pek göremiyor ama. Bu milliyetçilik beni de heyecanlandırdı. Onun önlenmesinin imkanı yoktu. Yalnız Abdülhamid değil. Abdülhamid’in milliyetçiliği benimsediğine dair çok ciddi şeyler var. Mesela diyelim Hamidiye Alayları kurdu. Ama Kürtçeye izin vermedi. Türkçe olsun istedi.
Osmanlı sistemini yıkan milliyetçilik ve endüstriyalizm. Yani modern endüstri. Kapitalizm daha doğrusu. Kapitalizm, nasyonalizm bizim devletimizi parçaladı. Ama o devlet kendi içinden yeni bir nasyonalizmi çekirdek hep vardı ama Osmanlı devleti de ulus devlet değildi.
Emperyal bir devletti hatta tarihin en büyük çeşitliliği olan bir devlet ama orada bir kere Bernard Lewis’le konuştuk bunu Amerika’ya çok benzeyen bir yapı Osmanlı. Amerika’da biraz daha şey, beyaz iseniz, kokansiyel iseniz, İngilizce konuşursanız Amerikan vatandaşı ve Amerikalı olursunuz. Osmanlı’da Müslüman olmak gerekirdi bir, yetmezdi Türkçe konuşmalıydı. Türkçe konuşuyorsanız, Türkçe biliyorsanız, mesela Şam’da Ah diye adamlar gelirlerdi İstanbul’a, Mısır’dan da çok büyük alimler ama Türkçe bilmedikleri için medreselerde bile iş bulamıyorlardı. Halbuki Osmanlı müderrisleri Arapça konuşuyordu, Arapça okuyordu ama Türk olarak yapıyorlardı bunu. Mesela Türkçe bilmeyen biri kadı olamazdı. Mısır’daki kadı Osmanlı kadısıydı Türkçe konuşurdu ve onun Arapça mütercimi vardı. Mora’daki kadının da Rumca mütercimi vardı. Sofya’dakinin de Bulgarca. Ama Osmanlı eliti Türkçe konuşan müslümanlardı. Arapları biraz uzak tutuyorlardı. Arap Türkçe öğrenirse mesele yok ama onlar Türkçe fazla öğrenmiyorlardı. O sebepten elite giremiyorlardı. Ama Türkçe öğrenirse onlara da bir engel yoktu. Ama asker yapmıyorlardı. Araplar iyi asker olmadığı için yapmıyorlardı. Balkanlarda birçok gayrimüslim asker vardı. Yıldırım Beyazıt’ı kimdir koruyan askerlerin arasında Sırplar vardı biliyorsunuz.
Evet milliyetçilikte haklısınız, milliyetçilik bizim sistemi bozan yok eden kapitalizmle birlikte Abdülhamid onu görse ne olur görmese ne olur. Görüyorlardı tabii ama imparatorluğun o çeşitliliğini korumak istiyorlardı onu engellemekte de diğer milliyetçilikler, o milliyetçilikleri de tabii dışardan çok besliyorlar. Yani Osmanlı’yı yıkmak için. Birbirleriyle uğraşan karanlık dehlizlere girmeyelim.
Soru: İngilizler Osmanlı’yı yıkmak için üç hedefleri vardı. Bir halifeliği kaldırmak, iki petrol bölgelerine sahip olmak, üçüncüsü de İsrail’i kurmak. Abdülhamid bunları biliyordu, bildiği halde Selanik’ten gelen hareket ordusunu neden durdurmadı? Veya durdurabilir miydi?
Cevap: Abdülhamid çok akıllı bir adamdı. Ve hakikaten devletin yaşaması için mümkün olan her şeyi yaptı. Mesela çok iyi bir ordu olsun istedi. Donanmayı çürüttü. Çünkü donanmanın yapacağı bir şey yoktu. Bütün paraları çekecek ve Batı’ya borcu dağlara çıkaracak şekildeydi. Çok pahalıydı. Onun için donanmayı bıraktı. Torpido, denizaltı ve ufak tefek şeylerle idare etti.
Soru: Neden durdurmadı harekat ordusunu?
Cevap: Mualifte çok muazzam yenilikler yaptı. Abdülhamid üniversiteyi getirdi Türkiye’ye. Tanzimat getirdi. Yani Osmanlı eliti, tabii Abdülhamid yangın kulesi gibi tek bir adam değil. Onu hazırlayan bir çok çevre var. O çevrenin ortak akıl dedikleri şey bu gelişmeleri sağladı. Şimdi Abdülhamid gençliği zamanı 1908 ile kıyasladığınız zaman çok muazzam bir değişme var. O değişme zaruri olarak Abdülhamid’in artık gitmesini isteyen grupların çok daha iyi güçlendiği bir dönemdir. Abdülhamid onu gördü. İç savaş olabilirdi. Onu da istemedi. Ama sonraki şeylere bakalım ordu Abdülhamid’in güçlendirdiği ordu bütün Cumhuriyet tarihimiz boyunca da güçlendirdiğimiz vesayeti elinde tutan ordu. O ordu biliyorsunuz çok darbeler yaptı. 1950’de seçim olmasaydı İnönü’ye yapılacağını sonradan öğreniyoruz. 50’de değişim oldu 10 sene sonra müdahale oldu. Sonra tekrar müdahale oldu. Ondan sonra 1972, 80 ondan sonra bu devam etti. Mesela Demirel rahmetli oldu. Demirel neydi 5 kere gidip 6 kere gelen adam diye şöhret yaptı. Demirel’in yaptığını Tayyip Bey yapabilir miydi. Yapamazdı. O zaman direnecek şey yoktu. Demirel direnseydi bir iç savaş olurdu, kanlı bir şekilde olurdu. Adnan Menderes’te yani onu burda kimse hatırlamıyor. Ben hatırlıyorum, Adnan Menderes’in yeni oy vermeye başlamıştım. Demokrat partiye verdim çünkü tek parti çocuk olduğum halde kötü şeyler bırakmıştı. Ama ben Demokrat Parti’li değildim. Tercih etmiştim o kadar. Oy vermiştim. Onları daha çok beğeniyorduk. Öyle bir propaganda çıkardılar ki 1960 öncesinde kendim şahidim oldum öğrencileri kıyma makinasında cesetlerini parçalıyorlar ve gidip çöpe atıyorlar diye inanılmaz yalanlar ve propagandalarla şimdi o durumda Menderes, Celal Bayar direndi bir şey olmadı neticede çok kanlı olabilirdi. Demirel akıllık etti, fazla akıllık etti o kadarı doğru muydu bilmiyorum. Ama Abdülhamid’in yaptığı da odur. İç savaş bu kadar koruduğu memleketi, yangından çıkardığı memleketi, bir felaketin içine sokmak istemedi. Onun için harekat ordusunu kabul etti. Fakat biliyorsunuz parlamentoyu kuranlar Abdülhamid’in halini düşünmüyorlardı. Yanlış hatırlamıyorsam onu ilk Ahmet Muhtar Paşa ifade etmiş. Şimdi 33 senede önemli bir şeydir, bıkıyor insan, çok iyi de olsa bir değişiklik olsun havalanalım diye. Ve parlamentoda Ahmet Muhtar Paşa bu konuşmayı yapınca, insanlar gitsin dedi. Abdülhamid direnseydi belki kanlı olurdu. Ve Abdülhamid kendi ezelini karşına almak gibiydi.
Soru: Yine kanlı oldu Taşkışla’da askerleri öldürdüler.
Cevap: Taşkışla’da Abdülmecid’e
Soru: Harekat Ordusu Taşkışla’yı bastı, Abdülhamid’in askerlerini öldürdüler. Neticede kan aktı.
Ama sonuçta bir iç savaş olmadı.