HomeMAINEge Medeniyetinin Kökenindeki Türk ve Asya Referansları, Mustafa Kemal Atatürk

Ege Medeniyetinin Kökenindeki Türk ve Asya Referansları, Mustafa Kemal Atatürk

Atatürk’ün 1 Temmuz 1932 tarihinde metnini kendi hazırladığı ve Hasan Cemil Çambel tarafından anlatılan “Ege Medeniyeti’nin Kökenine Genel Bir Bakış” Konferansında söz konusu medeniyet Türk ve Asya (Doğu, Orta, Ön, Küçük) kavramları çerçevesinde 10 Alman ve 1 İngiliz bilim adamlarından referanslar ile bilimsel açıdan ispat edilmeye çalışılmıştır.

 **************************************************

Birinci Türk Tarih Kongresi! Konferanslar, Müzakere Zabıtları. TC Maarif Vekâleti, 1932, s. 199214. Birinci Türk Tarih Kongresi’nde 4 Temmuz 1932 günü Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Üyelerinden Hasan Cemil (Çambel) Bey tarafından okunan bu konferans bildirisi Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından yazdırılmıştır.

Hasan Cemil Çambel bu konuda şunları aktarmaktadır.

“Bir tarih kongresinde ben de ‘Ege Medeniyeti’ hakkında bir konferans verecektim. Kongrenin hazırlık günlerinde, geceleri arkadaşların yazılan birer birer sofrada okunurdu. Sıra gelince ben de okudum. Toplamı sabahın dördüne kadar sürdü.

Dağılırken, Atatürk bana ‘Sen kal’ dedi. Herkes gittikten sonra ‘Gel, şu küçük masaya geçelim, önce birer kahve, sigara içelim. Sen kâğıtlarını bana ver. İyi materyal toplamışsın, fakat dağıtmışsın’ dedi.

‘Ege Medeniyeti’ni iyi biliyordu.

Yeni arkeoloji, filoloji, antropoloji keşiflerini, vesikalarını, Batı bilginlerinin ciltlerle son eserlerini incelemişti. ‘Ege Medeniyeti’ onun için bir dava, medeniyetin ilk kökeni davası, bir Türklük davası olmuştu.

‘Bugün artık Yunan mucizesi diye bir hakikat kalmamıştır…’ ‘Yunanlılar medeniyetin ilk kurucuları olmak şerefini asırlarca hak etmeksizin taşıdılar…’ ‘Medeniyetin ilk beşiği Orta Asya’dır. Sonra Ortadoğu, sonra Girit ve en sonra Yunanistan.’

Bu sözler son keşiflere ve vesikalara dayanan yeni çağdaş Batı bilginlerinin en yeni ilmi hükümleri değil miydi?..

O, benim müsvedde tomarını karıştırıyor, durup düşünüyor, hafızasını canlandırıyor, kafasını işletiyordu. ‘Şimdi sen yaz’ dedi. Dört saat durmadan o söyledi, ben yazdım. Ortalık ağarırken, benim konferans yeni şeklinde meydana çıktı. Bana okuttu ve kendisi dinledi. ‘Şimdi oldu’ dedi, ‘artık gidelim’. Bu benim değil, onun eseriydi.

Ertesi akşam sofra kalabalıktı. Bir aralık bana ‘Sen konferansını hazırladın mı?’ diye sordu ve misafirlere dönerek, ‘Arzu buyurursanız dinleyelim’ dedi. Ben kalktım ve Atatürk’ün eserini kendimin olarak okudum.”

Hasan Cemil Çambel

 **************************************************

Bkz. Hasan Cemil Çambel, Makaleler Hâtıralar, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, Ankara, 1964, s.7778. Atatürk‘ün Nöbet Defteri’nde 1 Temmuz 1932 günü “Reisicumhur Hazretleri’nin hiç yatmaksızın saat 13.30’a kadar Hasan Cemil Beyefendi ile çalıştıkları” kaydı yer almaktadır. (Bkz. age. Toplayan: Özel Şahingiray, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınlan, Ankara, 1955, s.72.) Buna göre söz konusu konferans bildirisi bu tarihte yazdırılmış olmalıdır. 

T Ü R K

Kullanılması zaruri olan tabirler arasında mesela “klasik Grek medeniyeti, bağımsız bir medeniyet değildir, Grek dehası yahut Grek mucizesi bir efsanedir” dediğim zaman, tamamen bu tabirleri tarihi ve reel bir hakikatin ifadesi için kullanacağım.

Yoksa, Grek kabilesinin Yunanlılar dediğimiz İyonların yahut İyelerin atalarımız Türkler olduğunu bundan evvelki sözlerim arasında açık olarak işaret etmiştim.

Şunu da ilave etmeliyim ki, efsane olan, yanlış ve haksız olarak, büyük dehayı ve hayret verici mucizeyi, asıl dehalar ve mucizeler kaynağı büyük Türk ailesinin yalnız küçük bir uzvunda görmek ve onunla sınır tanımak ve tanıtmaktadır.

Gerçi asıl kaynağa bakmak, bakabilmek her gözün kân değildir. Bunda takat ve kudret ancak hakikat güneşine bakmaya alışkın gözlerde bulunabilir.

Hanımlar, Beyefendiler,

Bugün Ege havzasına izafetle ve coğrafi bir unvanla Ege Medeniyeti denilen ve Homer devrini Doğu ve Asya medeniyetlerine bağlayan büyük kültür halkası, bundan yarım asır evveline kadar topraklar altında gömülü yatıyordu. Yunanistan’la Asya arasında aşılmaz bir uçurum vehm olunurdu; çünkü Asya, içinde yürünemeyen karanlık bir diyar gibi gösteriliyordu.

**************************************************

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Bir noktayı açık olarak tekrar etmek yerinde olur sanırım:

Dünyada medeniyet merkezi kuranlann tek kökenden çıktıklannda Profesör Walter Götz’le beraberiz dediğim zaman, söylemek istediğim şudur:

Bu medeniyet kurucular Türklerdir (alkışlar) ve Türkler bittabi anayurtları olan bir beşikten, Orta Asya yaylasından çıkmışlardır.

Nitekim, Ege Medeniyetini kuranların dahi, o beşikten çıkan eski atalarımız olduğunu yeri gelmişken söylemiştim.

Fakat arkadaşlarım, müsaade buyurursanız bu nokta üzerinde biraz daha tafsilat vereyim:

Mesela Odise‘de okunan Yunan ananesine göre Girit’in ilk sakinleri, Pelajlar, Eteokretler ve Kidonlardır.

Bu üç kabilenin köken ve mahiyetleri acaba nedir? Herodot: “Pelajlar Grekçe söylemezler” diyor.

Yeni yazarlardan Fougère bunların kökeninin Küçük Asya olduğunu kabul ediyor ve buna delil olarak Turova müttefiklerinin Anadolu kabilelerinden meydana gelen grubunda onların da mevcut bulunduklarını söylüyor.

Ve birtakım tarihçiler bunları Etrükslerle akraba tutar.

Profesör Karst’e göre, Girit ve Yunanistan’daki İlliryaPelaj tabakası AltayUral’dan Pirenelere kadar uzayan Ligy yani LigürUral kavimler âleminin güneydoğu kolunu teşkil eder.

Bu şahitliklerden şu netice çıkar ki, Girit’in ve Yunanistan’ın ilk ahalileri arasında Pelaj adı ile sayılan bu kabile, eski Küçük Asya Türklerine ve Orta Asya‘dan Karadeniz kuzeyiyle Tuna havzasına ve Trakya Makedonya İllirya mıntıkalarına yayılan Asya Türklerine akrabadır.

Eteokretler

Bu isim Girit’in asıl medeniyet kaynağı olan doğu parçasını işgal eden ahaliye verilmiştir. Bunlar da eski Türklerdendir.

Karst bunların Ural camiasından olduklarını tasdik ediyor ve diyor ki, Kret ve Eteokret tabirlerinin Etokrette ve EtiUrkite kelimelerinin değişmiş hali olması muhtemeldir ki, Etrusci, Etunısci kelimelerinin yakın bir şeklidir.

Karst’ın bu tahliline göre, demek ki Eteokretler Etrükslerle ve Etilerle akrabadır ve bittabi onlar gibi Türk ailesindendirler.

Kidonlar

Bunlar adanın batı yarısının ilk sakinleridir. Hanya’ya izafetle kendilerine bu isim verilmiştir. Bunlara dair fazla bir şey bilinmiyor. Esasen adanın bu parçası Minos medeniyetinden uzak kalmıştır. Şu kadarı biliniyor ki, bu mıntıkada tesadüf edilen Ida ve Bergamos isimleri Küçük Asya‘ya işaret ediyor.

Girit’e ve Ege Denizi’nin diğer adalarına. Küçük Asya‘dan gelen Karyalılar ve Likyalılar gibi başka Türk kabilelerinin de hâkim oldukları malumdur.

Herodot Likyalılara mahsus bir harp serpuşundan, tüy taçtan bahsediyor. Hakikaten Mısır duvar nakışlarında (Xm. asır) Likyalılar bu tüy taçla gösterilmiştir. Dikkate değer bir uygunluk olarak Knossos Sarayı’nda dahi tüy taçlı bir erkeği tasvir eden bir duvar kabartması bulunmuştur. Eski Fayestos Sarayı’nda dahi tüy taçlı kafa tasvirlerini içeren toprak levhalar bulunmuştur.

Bu böyle olunca eski Girit saray devrini, yani orta Minos devrini yaratanlar Türk ırkına mensupturlar.

Meşhur Arkeolog Dörpfeld de eserinde, Orta Minos devrini yaratanların Küçük Asyalılar olduğunu söylüyor.

Arkadaşlar, lisaniyat ve modern usulde yer isimleri araştırması da aynı kanaati teyit ediyor. Profesör Karst’ın geçen sene yayımladığı Akdeniz’in Menşei unvanlı eserinde şu sözleri okuyoruz:

“Akdeniz ve Ege alemiyle Küçük Asya ve Orta Asya arasında müşterek lisani bir terkip unsuru vardır. Ege havzasında kocaman bir silsile teşkil eden kelime köklerine tesadüf ediliyor ki, bunların Batı yazarlarınca İndo Öropeen1 denilen dillerden olduğunu izah etmek mümkün değildir.

“Kapadokyalılar, Giritliler ve Karyalılar bir zamanlar etnik bir birliğe mensupturlar. Etrüskler de buna dahildir.

“Protokapadokyalılar yahut Mukaddes Kitap’ta geçen Kaptorimler Turani bir kavimdir. Kapadokya kelimesi sonradan azmadır. Bunun aslı Capfa Torxum’dur. Sonraki Etrüskler yahut Türhenler de tarihten evvelki eski zamanda, ilk Turan kavimlerinin batı kolları ve kabile kardeşleridir. Bunun aslı Tuncum, Tuncne’dir. Bu Prehistorik ilk kavimler Ege’de Turhenli Pelajlar diye tanınmışlardır. Küçük Asya‘da Lido Türhenler diye tekrar görünürler. Bunlar Turanlılarla birdirler ve aynı asıldandırlar. Bu büyük Turan Hitit kabilesi, efendi ve fatih millet olarak, Karya Kilikya Girit’e hâkim olmuştur ve lisanı Turanidir.”

İllirya Trakya lehçesi de asli bir Ural gövdesi üzerine aşılanmış bir Finougrien unsuruyla karıştırılmıştır. Burada yazarın Turan dediğine, ben, biz ve bütün Türkler, “Türk” dersek eski bir yanlışlığı düzeltmiş oluruz.

Eduard Meyer aynı fikre yaklaşıyor ve diyor ki: “Bu memleket birçok yer, dağ ve nehir isimleriyle doludur. Küçük Asyalı kavimlere has bir karakter taşıyan bu kelime teşekküllerine Girit’te ve öbür adalarda da tesadüf edilir. Bunlar Yunanistan’ın aslen Küçük Asyalılar tarafından meskûn bulunduğunun delilleridir.”

Arkadaşlar, antropoloji araştırmaları da aynı kanaati teyit ediyor

Şimdiye kadar bulunan kafataslarının mukayesesinden çıkan netice şudur ki, Girit’te milattan 4 bin yıl evvel uzun kafalılar yani Dolikosefaller çoğunluğu teşkil ediyordu. Bunlar ilk göçler arasında Libya’dan gelen kollar olabilir. Fakat azınlık halinde olmakla beraber, o devre dahi hâkim olanlar, Brakisefal yani geniş kafalı ırktı. Sonra, yavaş yavaş Orta ve Yeni Minos devirlerinde geniş kafalı Alpin Türkler Anadolu’dan yaptıkları istilalarla Girit’e hâkim olmuşlar ve adeden dahi üstünlüğü kazanmışlardır. Girit medeniyeti bu insanlarla yükselerek kendini gösterir. Esasen antropoloji meselelerinin tafsilatını arkadaşlarımız Doktor Reşit Galip ve Şevket Aziz Beyefendilerin kıymetli konferanslarında dinlediniz.

Bu dini kültür münasebeti, Küçük Asya ile Girit ahalisi arasında her halde bir etnografya bağının mevcut olduğunu ve daha geniş olarak adalarla kara Yunanistan’ının da aynı bağ ile Anadolu’ya bağlı bulunduğunu gösteriyor. Girit’in dibinde, ilahların tasvirinde ve ibadet sembollerinde bu ortaklık göze çarpıyor.

Bu Ege dininin en bariz karakterleri bereketli ve müşfik analığı temsil eden kadına ve erkekte zürriyet prensibini temsil eden boğaya verdikleri mevkidir.

Ne Girit’te ne de kara Yunanistan’ında Olemp ilahlarına ibadet edilmiyordu. Oralarda mukaddes ağaçlara, taşlara, oklara, direklere, çift ağızlı baltaya ibadet ediliyordu.

George Grundey bu münasebetle diyor ki: “Bu ibadetler bize Yunanistan’dan ziyade Asya‘yı hatırlatıyor.”

Ege Medeniyetiyle Asya medeniyeti arasındaki bağlar, yalnız fikri ve ruhi sahayla, yazıyla ve dinle sınırlı kalmıyor. Bu vaziyet harp, siyaset ve sanat vadilerinde de bariz bir şekilde göze çarpıyor.

Egelilerin Asya‘dan getirdikleri ve harp sanatında kullandıkları araba yaya askerden çok daha kıymetlidir. Yaya askerleri de Yunan Hoplitlerine benzememek üzere hafif giyinir.

Siyasi sistem Asya tarzındadır ve hükümdarın ülkesi Yunan tarih devrindeki site devletlerinin sınırlarından çok daha geniş sınırlara kadar uzar. Sanat sahasına gelince:

Cilalıtaş devrine ve biraz daha sonraya ait kültür kalıntıları Girit’te, Yunanistan’da, Kıbrıs’ta, İçeri Küçük Asya‘da, Adriyatik Denizi’nin başlı unsurlarında, Tuna’ya kadar ve daha da ötedeki sahalarda yakın bağlar ve münasebetler gösteriyor. Bilhassa toprak çömleklerinde, toprak heykelciklerinde ve kadın heykelciklerinde görülen benzerlikler bu etnografik münasebeti teyit ediyor. Bu medeniyet aynı zamanda İtalya’da görünüyor. Burada bilhassa Etrurya’nın en eski mezarlarında tıpkı aynı çeşit eşya bulunmuştur.

Görülüyor ki, bu devrin medeniyeti bütün saydığımız sahalarda bir birlik manzarası gösteriyor. Bu aynı bir Asyai Doğu medeniyetinin buralara yayılmasının ve uzamasının orijinal bir levhasıdır. Bunu yalnız ticari münasebet ve değiş tokuşlara atfetmek doğru değildir.

Bu medeniyeti kuranların Avrupa’dan gelmediklerinde ve Sami olmadıklarında en tanınmış âlimler mutabıktırlar. O halde bunlar Orta Asya‘dan gelen Türklerden başka kim olabilir?

Dietrich Fimmen, Girit Miken Kültürü adlı eserinde Cilalıtaş devri medeniyetine ve onu takip eden devirlerin gelişmiş kültürlerine dair şu tafsilatı veriyor: “Anadolu’da Firikya ve Pisidya’da bulunan vesikalar (yani vazo şekilleri) ispat ediyor ki, Batı Anadolu sahillerinin bilhassa 2. Turova‘ya yayılan daha eski kültürünün kökleri bizzat bu Anadolu’nun içindedir.

Bozöyük’te, Pınarbaşı’nda, Senirce’de meydana çıkarılan seramikler, Anadolu batı sahilinde, Turova‘daki kültür tezahürleriyle sıkı bir irtibat bulunduğunu gösteren mühim delillerdir.

Girit’te ve Mısır’da bulunan mühürlerin süslemeleri pek bariz bir benzerlik gösterdiği gibi, aynı mühürler Boğazköy ve Kayseri civarlarında da bulunur.”

Muhterem arkadaşlarım,

Eski medeniyetlerden herhangi birinin incelenip araştırılmasının, tabiatıyla insanı Orta Asya‘nın yüksek yaylalarına, o Türk anayurduna götürmemesi mümkün değildir. Nitekim Ege Medeniyetinin aslının ve mahiyetinin incelenmesinde böyle oldu.

Yeni ilimlerin nurlarıyla parlayan gözler artık kolaylıkla görecektir ki, Türk medeniyetinin yaratma kudreti zamanımızın yüksek kültüründe ölmez bir hayat unsuru olarak yaşamakta devam ediyor.

Türkün ezeli elçiliği, ırkının hiç sönmeyen, sonsuza dek genç dehasına yeni hız vererek ve geliştirerek, insani kültür hareketinde atalarının başkalarına bırakmadıkları ön safı yeniden elde etmektir.

Bunu bugünkü ve yarınki nesillere telkin etmek Türk tarih hocasının milli ve insani vazifesidir. (Sürekli alkışlar.)

A S Y A

Alman düşünürlerinden Herder‘in Beşeriyet Tarihinin Felsefesine Dair Fikirler adlı şaheserinde şöyle bir levha çizilmiştir:

“Bir memleketi arzularına göre öğrenip tanıyamadan terk etmeye mecbur kalan bir yolcunun duyduğu teessüfle ben de Asya‘yı terk ediyorum. Bu diyara dair bildiklerimiz ne kadar azdır ve en çoğu ne kadar geç zamanların mahsulüdür ve ne kadar itimat edilmeyecek ellerden çıkmıştır! Doğu Asya bize ancak daha yakınlarda dini ve siyasi fırkalar aracılığıyla malum oldu. Avrupa’nın ulema fırkaları aracılığıyla da karmakarışık bir hale sokuldu ki, onun büyük enginlerine hâlâ bir masal diyarına bakar gibi bakıyoruz. Önasya‘da ve ona komşu olan Mısır’da daha eskice zamanlara ait her şey bize bir harabe gibi, yahut izi kaybolmuş bir rüya gibi görünüyor.

Havadis kabilinden her ne malumumuz oldu ise bunları dar ve yüzeysel olarak Greklerin ağzından biliyoruz. Onlar bu devletlerin eski eserleri için kısmen çok genç, kısmen de çok yabancı bir düşünce tarzına sahiptirler ve yalnız kendilerine ait olanı kavradılar. Babil, Fenike ve Kanaca evrakı artık yoktur. Mısır medeniyeti, hemen de Yunanlılar daha ayaklarım bu topraklara basmadan evvel solmuştu (ME 610665). Her şey kurudu ve birkaç soluk yaprağın üzerinde büzüldü kaldı. Bu tek tük solgun yaprakta yalnız efsanelerden çıkmış efsaneler var, tarih kırıntıları, ilk dünyanın bir rüyası.”

Arkadaşlarım! Klasik Yunan devriyle bundan önce gelen daha eski ve en eski tarih devirleri arasındaki zincirleme bağların unutulduğunu gösteren bu levhayı, Herder bundan bir buçuk asır evvel çizmiştir.

İnsanlık tarihi, böyle daha dün denecek yakın bir zamana gelinceye kadar, yansı karanlık bir âlem manzarası gösteriyor, Asya, anahtarı bulunamayan kapıların arkasında bir muamma gibi duruyordu.

İnsanlık tarihi sanki Asya‘da bitmiş, Yunanistan’da yeniden başlamıştı. Burada doruğuna çıkmış bir sanat ve bütün bir kültür sistemi vardı. Bu, kendi kendini yaratan, kökenini kendinden alan ve ilk olarak kendinden başlayan bağımsız bir âlem miydi? Bu da bir ilk dünya mıydı? Bunun kurucuları ve temsilcileri buraya nerelerden geldiler? Tabiat ilk olarak, onları burada mı yarattı?..

Hayır!.. Bütün bu sorulara tarih felsefesi, varoluş ve gelişme kanunu ve bütün insanlık tarihinin genel zincirleme seyri olumsuz cevaplar verir.

Fakat arkadaşlar, bu kâfi değildir, hakikatin aydınlanması için cevapların olumlu olması lazımdır. Bu ise ancak tarihin olumlu deliller göstermesiyle mümkün olabilirdi. Halbuki ortada bu deliller ya hiç kalmamıştı veya pek az kalmıştı. En çoğu zamanların suikastına uğramıştı.

**************************************************

Herder milletlerin ve kültürlerin gelişmesini birbirine bağlıyor, dünya tarihinde yaratılış ve varoluşa kadar giden deruni bir bağ ve münasebet görüyor ve bundan bir buçuk asır evvel bütün kültürün kökenini Asya dağlarının sırtında buluyor.

Bu buluşu ifade eden sözler aynen şudur.

“İnsan tarihinin ve kültürünün seyri en eski kökeni olarak Asya‘yı gösteriyor. Avrupa milletlerinin oradan göç ettiklerini, geçtikleri yerlerde mesela Karadeniz çevresinde bıraktıkları izler ispat ediyor; Doğu Asya‘nın donmuş insanlarının tek heceli katılığından Avrupa’nın kelimesi zengin fakat daha sakil3 lisanlarının gelişmesi, bütün Avrupai yazı tarzlarının Fenike yazısına tabi bulunuşu ve bunlardan daha az olmamak üzere, ehli hayvanlarımızla yetiştirme bitkilerimizin Asya‘dan çıkması, kültürün aynı seyrini ispat ediyor.

En eski ve en sanatlı mabetler hâlâ Asya‘da duruyor ve en eski şiir orada çiçeklendi; en eski ‘hiörarchie’4 Asya‘da bulunur ve kudretli devlet reisleri oradadır, nasıl

1             Tekevvüni: Oluşla ilgili, genetik. (Y.N.)

2             Sezgi, önsezi. (YN.)

3             Sakil: Telaffuzu ağır ve kalın olan. (Y.N.)

4             Hiyerarşi. (Y.N.)

ki Asya‘nın tesis ettiği Mısır’da da bunlar tabii görünür. Özetle Asya‘nın bütün sanatlarda en eski ustalığı vardır ve bütün ananelerin en erken başladığı yer orasıdır.”

Herder‘den sonra sözü XX. asrın başlarında yaşayan filozof Dilthey’e bırakıyorum. O da Herder‘in imanına iştirak ederek bütün kültür tarihinin Asya‘nın tarihi ve kültürel milletlerinden Yunanlılara ve zamanımıza kadar akıp gelen genel bir hareket olduğunu söyledi.

************************************

Arkadaşlarım,

Her zamanın kurtarıcı bir kelimesi vardır. Bu sözümü biraz izah edeyim.

Bilirsiniz ki her asır kendi içinde meydana gelen fikir cereyanlarıyla kendinden evvelki ve kendinden sonraki asırlardan farklı bir çehre alır. Bu fikir cereyanları birtakım ilmi kelimelerle, terimlerle ifade olunur ve bunlardan bir terminoloji vücuda gelir.

Fakat daima her asrın fikir cereyanlarına eksen teşkil eden merkezi bir fikir ve kavram vardır ki, bunu ifade için kullanılan ilmi terim, o asır için kurtarıcı bir kelime demektir. Bu kelime söylenince, bütün o asra hâkim ve mihrak olan merkezi fikir ve kavram ifade edilmiş olur.

Mesela XVIII. asrın terminolojisi akıl kavramında zirvelenmişti. XUX. asrınki gelişme kavramında doruğunu buldu. Hayat kavramını kendine merkezi fikir yapan XX. asır dahi gelişme ve zincirleme gidiş teorisini kabul ediyor.

Zamanımız düşünürlerinden Profesör Edward Wechsler bütün kültürün bir zincirleme gidiş, bir devam, bir ilerleme olduğunu söylüyor.

Profesör Franz Schnabel, daha bundan birkaç sana evvel “Zamanımızda Tarihi İncelemenin Manası” unvanıyla verdiği bir konferansta aynı fikirleri daha açık olarak şöyle ifade ediyor, diyor ki:

“Birbirini takip eden nesillerde bir birlik ve tarihte bir devamlılık vardır. Tarih bütün zamanların arasından geçip giden ve bir halkayı öbürüne bağlayan büyük bir gelişme zincirinden başka bir şey değildir. Tarihi gelişmenin her kademesi yalnız kendinden evvelki kademenin neticesi ve kendinden sonrakinin etkeni ve sebebidir. Tarihin devamlılığı bize şunu öğretiyor ki, bütün tarih durdurulamayan bir dönüşümdür ve mazinin ipleri hiçbir zaman kopmaz; çünkü bütün insanlık tarihi deruni bir birliktir.”

Fakat arkadaşlar, bütün bu âlimlerin kanaatleri ve tarih felsefesinin prensipleri asırlarca ve asırlarca Asya tarihini aydınlık bir ufka çıkarmaya muvaffak olamadılar. İnsanlık tarihinin bu en eski sahnesi, daha geçen asrın sonlarına kadar “unutulmuş bir dünya” olarak kalmakta devam etti; yazılı tarih devrinden derin bir uçurumla aynı kaldı. Bu sebeple insanlığın gelişmesi temelsiz bir bina, yahut köksüz bir ağaç manzarası gösteriyordu. Çünkü aradaki tabii, kanuni irtibat ve zincirleme gidişi iade ve inşaya yardım edecek vesikalar ve tarih kalıntıları keşfolunamamıştı. Ve birtakım tarihçiler, tarihi, hakikat için değil, bilakis kendi zamanlanın doğrudan doğruya alakadar eden menfaatler için yazmışlardı.

Kolonya Darülfünunu profesörlerinden Leisegang, geçen sene çıkan Denkförmen (Düşünme Şekilleri) unvanlı eserinde der ki: “Tarihçilerin çoğu bilhassa Doğu’ya ait meselelerde zalim bir taassubun yahut tarihi bir gelişme neticesinde kazınamaz bir hale gelen batıl hükmün esiriydiler. Ortaçağ tarihinin en büyük kısmına I Köln Üniversitesi. (Y.N.) o zamanki devrin ve yakın geleceğin menfaatları hâkim olmuştu. Hümanistlerin alakası Grekleri asri ilmin ve kültürün kurucuları olarak göstermek gayretinde toplandı. Homer Yunanlıların ‘İncil’i idi. Hümanistler için de böyle oldu.

XVIII. asırda büyük tarihçiler geldi. Bunlar tarihçinin en büyük şiarlarından birini teşkil eden eleştiri ve tahlil sanatının üstatları idiler, fakat genetik ve sentetik kavrayıştan mahrumdular. Tarihe kendi ölçülerini vurdular. Bu suretle asırlar sübjektif kıymetlerle tartıldı. Doğu onlara zifiri karanlık bir istibdat zamanı olarak göründü. Yalnız klasik devirde ve kendi asırlarında doğan aydınlanma hareketine yüksek kıymet verdiler. Doğuculuk ilmi kâfi derecede açıklık getirememişti. Filozofla filolog nadiren bir kafada toplanıyordu.”

Arkadaşlar, XTX. asırda ve XX. asrın başlarında canlı bir hız alan Doğu ve Mısır incelemeleri, Ege Denizi sahillerinde, Yunanistan’da, bütün Ön ve Orta Asya‘da ve dünyanın başka yerlerinde yapılan kazılar, ananelerin eleştirel surette yapılan tahlilleri ve bunların neticeleri, lehçe araştırması, mukayeseli lisan araştırmaları, edebiyat tarihi ve kitabe bilgisi, hukuk ve anayasa tarihinin, din tarihinin, sosyoloji ve iktisat tarihinin verdiği neticeler son zamanların tarihçileri tarafından nazarı dikkate alındı; araştırma işi bu tarihçilerin inceleme ve hükümleriyle daha ileriye götürüldü.

Bilhassa bundan 50 ve 33 yıl evvel, bir Şliman’ın ve bir Evens’in yeraltından medeniyetler, şehirler ve milletler çıkaran sihirli kürekleri Homer devrini Doğu ve Asya kültürüne bağlayan halkayı nihayet meydana çıkardı.

Asri kültür dünyası, tarihin düne kadar gizli kalan büyük bir hakikatini bugün artık tasdik etmek zaruretinde bulunuyor. Bu hakikat şudur:

Klasik dünya Yunanlaşmadan, Romalaşmadan evvel, Egeleşmiş, tarihte bir Yunan medeniyeti olmadan evvel, yüksek bir Ege Medeniyeti yaşamış ve bütün asırlara tesirli olmuştur.

Daha düne kadar inanılan ve tapılan “Miracle Grec” (Grek mucizesi) tasavvuru artık bugün bir efsaneden başka bir şey değildir. Fougère bunu paradoksal bir ifade ile “Le miracle grec avant les Grecs” (Greklerden evvel Grek mucizesi) diye tarif ediyor.

Jarde dahi bu noktada şöyle diyor:

“Grek kavmini ve onun medeniyetini ararken, Grek kavmini vücuda getiren ve bilhassa Grek kavminden önce gelen kavimlerin kendilerine mahsus dehalarını izah ermek lazımdır. Genel olarak bahsolunduğu gibi ‘bir Grek dehası’ yoktur!”

İşte muhterem arkadaşlarım, az zaman içinde Avrupa’nın görüşünde ve hükmünde bu kadar büyük bir değişiklik hasıl olmuştur. Dünya tarihine bugün büsbütün başka bir açıdan bakılıyor ve tarihin levhası büsbütün başka bir şekil gösteriyor. Tarih araştırması ve yeni yeni keşfedilen eski zaman kalıntıları insanlığın en eski tarihi kültürünün Orta Asya‘da ilk gelişmesini yaptığında ve buradan dünyanın her tarafına yayılarak, muhtelif sahalarda daha yüksek gelişme kademelerine çıktığında artık şüphe bırakmıyor.

Birçok Alman âlimlerinin müşterek çalışmasıyla geçen seneden beri yayımlanmaya başlanan on ciltlik büyük tarihte, Profesör Walter Götz, dünya kültürünün en eski zamandaki ilk başlangıcından bugüne kadar takip ettiği gelişme ve evrim seyrini şöyle izah ediyor:

“Gerçi insan kültürü muhtelif yerlerde bağımsız çıkış noktalarından gelişmiş gibi görünüyor ve göze muhtelif kültür daireleri manzarasını gösteriyor, hüviyetlerine göre muhtelif milletler muhtelif yollar üzerinden kültür gelişmesini yapmış gibi görünüyorlar. Böyle olmakla beraber, Çinlilerin, Hintlilerin, Önasya kavimlerinin, eski Amerika’nın vs. kültürlerinde o kadar çok temas noktalan görülüyor ki, bunların hepsinde insan kültürü büyük bir bütünde yükselir gibi yükseliyor.”

“Fakat insanlığın daha ilk zamanlarıyla bu yüksek kültür seviyesi arasında uzun gelişme devirleri geçmiş olması lazımdır. Öyle görünüyor ki, başka bir yerden göç etmiş yeni kavimler Öndoğu’da, Çin’de ve Hint’te yüksek kültürün en eski merkezlerini yaratmışlardır.

“Mısır’da ve Önasya‘da gördüğümüz gelişme şekilleri, genel olarak her yerdeki şekillere benziyor. Burada vücuda gelen büyük insanlık kültürü, sanat ve ruh hayatı, bu sahaların bütün sonraki gelişmelerini, sonra da Akdeniz memleketlerini ve Avrupa’yı tesir ve nüfuzu altında bulundurmuştu. Bu miras Yunanlılar, Romalılar ve Rönesans yoluyla yeni zamana devrolmuştur. Böylece Cebelitarık caddesinden Çin sınırına kadar uzayan bir birlik yahut akrabalık ve değiş tokuş dünyası teşekkül ediyor.

“Bu gelişme merhaleleri arasında, Önasya, yüksek başıyla hepsinin üstünden bakıyor. O, bu üstün mevkiini bugüne kadar muhafaza etmemiş olabilir. Fakat onun canlı mahsulleridir ki, yeni Avrupa kültürünü doğurmuştur.

“Böylece onun o yaratma kuvveti zamanımızın yüksek kültüründe ölmez bir hayat unsuru olarak yaşamakta devam ediyor.”

Arkadaşlarım,

Profesör’ün sözlerini nakilde tam sadakati muhafaza etmiş olmak için ilave etmeliyim ki, o bütün ırkları tek kökenden çıkarıyor. Çünkü dünyanın muhtelif kıtalarında kurulan ve yüksele yüksele günümüze kadar gelen bütün medeniyetlerin esas unsurlarında o kadar kuvvetli bağlar ve benzeyişler buluyor ki, bunların kurucularının bir beşikten çıktığını kabul etmek kendisi için zaruri bir keyfiyet oluyor.

Bizim Profesör’le aramızdaki anlayış farkı büyük değildir. Çünkü dünyada medeniyet merkezleri kuranların tek kökenden çıktıklarında Profesör’le tamamen beraberiz. Ancak bizim Profesör’den ayrıldığımız yön şudur Bütün insanlık o beşikten çıkmamıştır. Bunu daha açık ifade edersek: Medeniyetin beşiği tektir, fakat insanlığın beşiği tek değildir.

**************************************************

Eduard Meyer diyor ki: “Küçük Asya ile olan sıkı bağlar, bilhassa Girit adasında her şeyden evvel dini sahada göze çarpmaktadır. Bu hakikat hiçbir zaman inkâr edilmemiştir. Giritlilerin Zeus’u Küçük Asya‘nın gök ilahına, Zeus’un anası Küçük Asya‘nın büyük tabiat ilahesine ve Zeus’un doğum bayramı ve ölümü Küçük Asya‘nın ibadetlerine ve efsanelerine tekabül eder. Aynı kavimleri aşan bu bağ ve münasebete göre hükmetmek icap diyor ki, Girit dahi dahil olduğu halde Küçük Asya dini esas anlayışında bir birlik olarak değerlendirilmelidir.

Teşub, Tarku, belki de Attis vesaire gibi bazı ilah adlarının başlıca ilahlar olarak geniş sahalara yayıldıklarını görüyoruz. Etilerde, Kilikyalılarda, Mitanilerde, BabilKafkasya arasındaki mıntıkada aynı zamanda Tarku ilah adı bütün güneybatıda mevcuttur. Labrayn’da Zeus bir Karya ilahıdır. Labrayn’da Zeus eski Girit abidelerindeki Şimşek Allahının aynı vasfım taşıyor: Çift ağızlı balta. Eski Girit’in filizlenme devrine ait abidelerde bu çift ağızlı balta sembolü ibadet timsali olarak her yerde önümüze çıkar. Uluhiyetler arasında bilhassa bir ilaheye tesadüf ediyoruz ki, iki aslan arasında ayağa kalkıyor, işte bu da Küçük Asya‘nın ilahlar anasının karşılığıdır.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

 

Referans Bilim Adamları

  1. Johann Gottfried von Herder (Alman Filozof)
  2. Profesör Edward Wechsler ( Alman filolog, Romancı, kültür bilimci)
  3. Profesör Franz Schnabel (Alman Tarihçi)
  4. Leisegang (Alman Filozof Kolonya Üniversitesi profesörlerinden)
  5. Profesör Walter Götz (Alman Tarihçi)
  6. Profesör Karst (Alman Profesör)
  7. Arkeolog Dörpfeld (Alman mimar ve arkeolog)
  8. Eduard Meyer (Alman Tarihçi)
  9. Fritz Hommel (Alman Oryantalist, Münih Üniversitesi)
  10. George Grundey
  11. Dietrich Fimmen
E-Posta Bültenimize Bekliyoruz.
Haftalık olarak, sizinle tüm içeriklerimizi e-posta yoluyla paylaşıyoruz.
icon
RELATED ARTICLES

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here


Most Popular