Levent Ağaoğlu – Hocam çok teşekkür ederiz. Şimdi ben Bilge Tonyukuk ile ilgili bir kitap hazırlıyorum, ilk düşünürümüz Bilge Tonyukuk.
Mehmet Genç – Osmanlı yöneticileri, Orkun kitabelerinde söylenenlerin takipçisi. “Çıplakken giydirdim, açken doyurdum” diyor. Osmanlı sisteminin özü budur.
Levent Ağaoğlu – Benim Bilge Tonyukuk’ta gördüğüm dilden, düşünceye ilk yazar. İlk yazma eylemini gerçekleştiren Bilge Tonyukuk. İlk yazan kişi. Ben, Bilge Tonyukuk’tan dilin önemini çıkartıyorum. Dilden de düşünceye geçiyor. Şimdi sizin düşüncenize geçince, Kültür Şuranızda ki konuşmanızı ben dinledim. Orada Latincenin, Latin alfabesinin daha analitik olduğunu ifade ediyorsunuz. O görüşünüz var, o konuda detay verebilir misiniz?
Mehmet Genç – Alfabeyle ilgili Osmanlılar hakikaten çok zeki insanlardı. Arap alfabesini, Arapçayı kendi malları gibi kullandılar. Bir kere muhteşem bir dil yarattılar. Osmanlı Türkçesi çok büyük bir dildir. Çok büyük muazzam ifade yeteneği olan, her türlü karmaşık incelikleri ortaya koyabilen, ifade edebilen bir dildir. Bu dilin İngilizce ile Türkçe arasında Lugat yapan meşhur Sir James Redhouse’un 1890’da çıkmış ,Turkish-English Lexicon lugatı vardır. Orada diyor ki, dünyada 1890’da iki büyük dil var, bir İngilizce bir de Osmanlı Türkçesi, diyor. Bu iki dilde 100’er bin kelime var. Ben bunların doksan binini bitirdim, lugat olarak yayınlıyorum, ömrüm vefa ederse tamamlayacam, diyor. 1890’da biliyorsunuz İngiltere süper güç idi. Dünyaya hakimdi. Dili henüz hakim değildi. Diplomatik dil Fransızca’ydı o zaman, yüz sene önce de İtalyanca idi, ama İngilizce de büyük bir dildi. Ben Fransızca okudum gençliğimde, Fransızlar Fransızcanın vuzuhu diye övünürler. Fransız dilinin kesinliği tamamen laf. Kesinlik İngilizcede.
İngiliz dilinin kesinliği İngilizce şimdi herkes bildiğine göre vasat bir İngiliz-Amerikan yazarını alın okuyun vasat yani çok parlak Nobellik veya çok vasatın altında kitap da çıkarmazlar. Çok sansür ederler. Kağıdı kalemi Allah yarattı, herkes böyle harcayamaz diye düşünürler. Kelime çıkaramazsınız bir İngiliz’in, bir Amerikalı, Anglofon bir yazarın cümlesinden kelime alırsanız cümle bozulur. Fransızca’dan bir kelime, iki kelime, hepsini alsanız fazla değişmez. Bu kadar önemli bir dil, diyordu Redhouse. 1890’da iki dilde de yüzer bin kelime alırsanız, Redhouse’un lugatını görürsünüz orada, fakat Redhouse ne yapıyor, mesela münafık arapça bir kelime diyor a. koyuyor, münafıklık diyor t koyuyor Türkçe diyor. Ama bizim tasfiyeciler münafıklığı da münafık’ı da tamamen attılar. İngilizce bugün bir milyon kelimeye sahip, bizim dilimizde ne kadar kelime var, doksan bin yok.
Levent Ağaoğlu – Şimdi Ötüken lugatında 340 küsür bine ulaştı. Ötüken’in bastığı lugattı.
Mehmet Genç – Tabii Türkçede 600 bin kelime var. Ama kullanılan yok, o Osmanlıcayı, Türkçe her şeyi sokarak bir şey yaptı. Kullandığımız Türkçe’de 3000 kelimeyle meşhur yazarlarımız var. 3000 kelimeyi tutan çok büyük adam.
Levent Ağaoğlu – Hocam Latin Alfabesi?
Mehmet Genç – Latin Alfabesine gelcem, şimdi Redhouse’un kelimeleri eski harflerledir, ama Latin harfleriyle de okunuşunu da yazmıştır. Bizim Türk dili Arap harfleriyle yazılmaz. Şimdi bizim Derin Tarihin yazarı Mustafa Armağan, gelirken konuştuk. Bir yazı yazıyor eski harflerle, yeni harflerle. Şimdi bizim Türkçemiz eski harflerle yazılmaz, mesela önemli yazamaz yazar okunmaz. Ama Osmanlılar bin sene kullandılar o yazıyı Türkler ve bin senede o yazı ile Türkçe’yi kaynaştırdılar bunu başardılar. Eski kelimelerin nasıl yazıldığı konusunda kimsenin tereddüdü yok. Dağı d ile değil -tı ile yazar -ta diye yazar ve -da olarak okur.
Şimdi Türkçeleşme hızlandı. Bu Cumhuriyette olmadı, daha evvel başladı. Bu da sağlıklı normal iyi bir şeydi. Türkçeleşme başladığı zaman, Latin harfleri analitik çok kesin olarak doğrudur. Ben elli altmış senedir eski harfleri okuyan bir insanım, işim onlarla ama çok kelimeyi okumakta zorluk çekiyoruz. Öyle de okunabilir, bir de şu var. Mesela üstün, esre işaretleri, Osmanlılar 14. yüzyıldan sonra kullanmadılar. Kullanmadıkları zaman Mehmet diye okuyoruz. Mehmet, Mehmed ama onu Mehemmet mi diyorlardı, Muhammet mi onu kestirmek zor. Eskilerde Muhammet diyorlar. Yani bence Türkçeleşme kaçınılmaz bir şey.
Yaptığımız kötülük, tasfiye. Bu tasfiye felaket oldu. Bu felaketi hâlâ Türk eliti anlamış değil. Çünkü mahiyeti itibariyle anlaşılmaz bir şey. Tasfiye olunca düşünemez olduk, çünkü kelimelerle değil, kavramlarla düşünürüz. Kavramların adı var. Benim Karadeniz hikâyesi var. Balukların diyor, adını bir Laz koymuş. Denizun dibine inmiş, tek tek balıklara madalya takar gibi isim vermiş. Kavramların adı var. O kavramlar o adla anılır. Kavramları siz tercüme ettiğiniz zaman bu iş çorba olur. O çorba olduğu içindir ki, Avrupalılar şimdi bu sanayi medeniyeti her gün yeni bir şey icat ederek muazzam İngilizce bir milyona çıktı yeni kelimeler bunların içinde yeni kavramların hepsi Grekçe, Latince köklüdür. Niye onu yapıyorlar da kendisi uydurmuyor, yani düşünmek için epey yerleşmiş kavram onların adlarına ihtiyaç var. Tercüme kavramla düşünülmez, bizim başımıza gelen budur. Düşünemez hale gelince tabii ki de düşünemediğimizi bilmiyoruz ve Öztürkçe de devam ediyor.
Levent Ağaoğlu – Hocam izninizle Latin harfleriyle ilgili bir anekdot aktarabilir miyim?
Mehmet Genç – Latin harflerinin aleyhine bir şey söyleme, çünkü Türkçeye hakikaten uygun, yalnız bir şey söyleyeyim çok kelimeleri değiştirdik, ama bu yazıyı bin sene kullandık. O yazıyı ben bir saatte öğrendim, lisedeyken öğrendim. Öğrenmemiz gerekir, diye düşündüm. O yazıyı da lütfen entelektüel olanlar öğrensin. O olmazsa ayıp olur. Ve o da bir felakettir. Dili de öğrensin, Osmanlı Türkçesini öğrenmeli. O da korkunç bir şey. Altmış sene önce yazılmış olanı bugünki Türkçeye çevirelim diyen insanlar var. Bir elit oluşmaz, kültür oluşmaz, yok olur.
Osmanlı kurumları ne zaman doğdu, ne zaman öldü bilinmez. Şeye benzetiyorum Wagner’in müziğine, Wagner’in operaları başlar belli olmaz çok derinden yavaş yavaş işitmeye başlarsınız, biterken de çok yavaş biter. Bir şey işitmezsiniz ama orkestra şefinin dehli sağlanmaya devam eder. Osmanlı kurumları böyle. Bütün kurumları böyle Şeyhülislamlık da böyle. Şeyhülislam, İslam’ın müftüsü iken Şeyhülislam oluyor. Ne zaman olduğu belli değil. Tartışılıyor.
Levent Ağaoğlu – Latin alfabesiyle ilgili benim çok dikkatimi çekti başka bir görüş ben duymadım o açıdan sordum.
Mehmet Genç – Ben dil uzmanı değilim ama benim tecrübem yani eski harfleri okuyorum rahat, ama Türkçeye, Arapçaya uygun, Farsçaya da uydurulmuş ama yeni Türkçe kelimeler olmuyor. Öztürkçe dedikleri ayıp bir şey. Türkçe. Türkçeye giren Türklerin anladığı her şey Türkçe ama Türkçe kökenden gelen kelimeleri eski harflerle ifade etmek zor. Yani -ler -lar mesela -lam ve -le ile -lar da öyle yazıyor -ler i de onu öğreniyoruz. Ama Latin harflerle daha güzel.
Levent Ağaoğlu – O zaman bir akıl aldı, Latin alfabesi daha uygundur Türkçeye, diye.
Mehmet Genç – Tabi kesinlikle daha uygundur. Onda şüphe yok.
Kaynak: TÜRK TARİHÇİLİĞİ, PROF DR MEHMET GENÇ, 13 Mayıs 2017,Ali Emiri Kültür Merkezi http://leventagaoglu.blogspot.com.tr/2017/06/turk-tarihciligi-prof-dr-mehmet-genc-13.html
Dinleyici – Hocam, Osmanlı zamanında, yabancıların getirdiği değeri düşürülmüş kalıp sikke üzerine hocam çalışıyorum, şimdi bu olay Fazıl Ahmet Paşa’nın zamanında başlıyor, ölüyor, Kara Mustafa Paşa biraz daha sert davranıyor, onun döneminde bitiyor. Bu Osmanlı dış politikasıyla mı alakalı, Sadrazamlarla mı alakalı, arşivler bu konuda yetersiz biliyorsunuz, konuyu çalışan tarihçilerde aynı şeyi söylüyorlar, Osmanlı arşivleri sikkeler konusunda biraz sessiz kalıyor. Acaba devlet tarafından açık kapı mı bırakıyorlar?
Mehmet Genç – Ömer Faruk Demirbaş var, tam teknik olarak bu işleri araştıran o, ona soracaksınız. Ömer Faruk, Doçent olarak şu an Bilecik’te üniversite de, yakında Marmara Üniversitesi’ne gelecek.
Dinleyici – Peki Hocam, Sadrazamlardan başka neye dikkat edilmeli bu konuyu incelerken, mesela İngilizler baskı yapınca kaldırılıyor bu olay, ticarette takas da yapıyorlar sahte parayı kullananlar İngiliz değil.
Mehmet Genç – Yok canım, İngilizler takasla ticaret yapmıyorlar, ithalat ve ihracatı dengede tutmak istiyorlar, açık vermek istemiyorlar. Ama diğeri öyle değil, Fransa, Almanya, Avusturya öyle değil, onlar Türkiye’ye sattıklarından daha fazla mal alıyorlar. Genellikle Avrupa’yla ticarette fazlamız var, açığı vermemiz son yüzelli senede oluyor, ondan önce yok. Doğuya açık veriyoruz biz evet, bu kalıp konusu çok teknik bir şey, Halil Sahillioğlu’nun tezlerinde vardı bu, yayınlamadı, ne oldu bilmiyoruz. Şimdi Ömer Faruk’la konuşursanız o size bilgi verir.
Dinleyici – Teşekkürler, sağolasın Hocam.
Levent Ağaoğlu – Beyin cerrahı İsmail Hakkı Aydın, o da sizin gibi Karadeniz’li, Maçkalı. Hep beyin üzerine çalışmış. Sizin gibi o da muhteşem bir adam, beynin nasıl düşündüğü üzerine kendisiyle röportaj yaptık. Zihinlerimiz gelişti hocam.
Levent Ağaoğlu – (01:46:17)??? kitapları İslam??? kütüphanesinde tam var efendim, orada dokuz cilt var ama Avrupa’daki baskılara da ben baktım onlar da dokuz cilt sanırım.
Mehmet Genç – Ben 13 cilt diye biliyorum, hepsi kendisinin değil, öldükten sonra da devam etti, hepsini o yazmadı, ama toparladı, çok büyük bir şey yaptı. Türklerde enteresan, bu Çin’in tesirine girmediler o büyük medeniyetin karşısında kimliğini korudular. Bak Uzakdoğu hiçbiri koruyamadı, Japonlar, Kore’liler, Vietnam hepsi Çinli oldu.
Levent Ağaoğlu – SINO dünyası diyorlar ya hocam, Çin dünyası biz o dünyaya hiç girmedik hocam, hiçbir zaman çince yazı kullanmadık, bizim dilimiz çok güçlü bir dil, ondan mıdır acaba?
Mehmet Genç – Yani enteresan özellikleri olan bir soy, türk soyu öyle yabana atılmaz.
Kanuni devri en büyük olduğumuz zaman Avrupa’yı titretiyor, böyle bir şey var mı? 50 değil, 100 değil 300 yıl, 400 sene bunu yapıyor. Böyle bir millet yok. Osmanlı Hanedan’ı dünya da bir numara, hiçbir yerde bu kadar uzun olan bir hanedan yok.
Levent Ağaoğlu – Çinliler sürekli haneden değiştirdi, altı kez değiştirdi
Mehmet Genç – Onların içinde 350 seneden fazla yaşıyan yok, Mısırda’da yok, Bizans’ta da yok. Onun için Osmanlı Hanedan’ından Allah razı olsun diyoruz.
Mehmet genç 23.11.2018 ses deşifre
1:13:25 – 1:39:00
Levent Ağaoğlu – Bizim kurduğumuz 16 tane devletin kurucularını araştırıyorum şimdi. Osmanlı devleti sultanları içerisinde sizin en çok beğendiğiniz hangisi? Ertuğrul Gazi mi, Osmangazi mi, I.Murat mı, Fatih mi, Yavuz Selim mi, Kanuni mi, III. Selim mi, Abdülhamit mi? Burada en çok göze çarpan hangisiydi? Onu öğrenmek istiyordum hocam.
Mehmet Genç – Şimdi bir padişah seçmek var, bu padişahlar enteresan adamlardı, biliyorsunuz herkesin bir mesleği var, mesleği de artizanal bir meslek yani kuyumculuk, marangozluk vs. gibi fiziki gayret isteyen şeyler. Padişah, Yeniçeri ocağının 1 numaralı yeniçerisiydi. Ocakta kaydı var. İçimizde tarihçi varsa bilir. Hatt-ı hümayun diye bilinen bir şey var. Şimdi padişahı söyleyeceğim ama ondan evvel bu padişahlık müthiş bir şey. Son şehzadenin çok büyük bir törenle cenazesi kaldırıldı. Şehzade Orhan. Ben katılamadım o cenazeye. Şimdi şahsen ben demokrasiye inanırım, yani bir hanedan yönetimine razı değilim, kabul etmem.
İçinizde de herhalde birkaç kişi vardır ama Türkiye’de 81 milyonda %1 çıkmaz. Fakat bu hanedan geçmişte çok büyük iş gördü. Bu hanedan sayesinde bu millet ayakta, hayatta. Kangurunun kesesi gibi korudu bizi. Türk milletini korudu ve 20.yüzyıla getirdi. Ne yaptılar adamlar, o hatt-ı hümayunları okuyan dehşete düşer. Hatt-ı hümayun padişahın kendi el yazısıyla, kendisine sunulan teklifler ve taleplere karşı düşünceleri, önerdiği çareler, emirler. Emri şerif, emri hümayun ve ben onları okudum dehşete düştüm. Padişahlara uluslararası ilişkilerde her konu geliyor.
Ondan sonra adaletle ilgili her konu geliyor. Osmanlı anayasası 1876 da ki hikaye, ondan önce esas benimsedikler şikayet hakkı. Osmanlı reayası ermeni, rum, Yahudi, Müslüman fark etmez, hepsinin şikayet hakkı var. Ve doğrudan padişaha ulaştırma hakkı var. O şikayetin padişaha ulaşmasına engel olan kellesini kaybeder. Bunların hepsi alınır, incelenir, bürokrasi çözümlerini koyar, padişaha hepsini verirler ve o da hepsine bakar. Onların içinde şu söyleyeyim, kadı mahkemesinde hükmedilenlere hiç müdahale ettiklerini görmedim. Kadı mahkemesi ne karar verilmişse, bir kelime ettiklerine ben şahit olmadım. Ama onun dışında gelen şikayetlerin haddi hesabı yok.
Çok çeşitli hukuki olmayan bir sürü mesele var. Mesela biri geliyor “ fakirim padişahım, başımı sokacak bir evim yok, gelirim yok karım hasta, benim ayağım bilmem ne” onlara bürokraside bir takım çareler öneriyorlar. İşte şuradan şunu verelim, buradan bunu verelim. Onlara müdahale ediyor padişah. Ne müdahale ediyor? Şimdi en son okuduğumu size söyleyeyim. Ben tabii Kanuni’yi çok sempatik buluyorum. Ama diğerlerinin hiç şeyi yok. Şimdi size son bulduğum III. Mustafa’nın vakıflarıyla ilgili inanılmaz bir belge bulduk. Ben altmış senedir Osmanlı tarihi okuyorum, çok şaştım. Biliyorsunuz Laleli Camii’ni yapıyor ve Laleli Camii medresesiyle imaretiyle bir kompleks, külliye. Sonra birçok camii yapmış. Üsküdar da ayazma, Kadıköy de İskele Camii.
Levent Ağaoğlu – Mercan’da da var bir tane.
Mehmet Genç – Ondan sonra Eyüp’te de var.
Levent Ağaoğlu – Nuruosmaniye’yi tamamlatıyor. Fatih Cami, yeni Fatih Camisi. Komple Fatih Camisini yeniden yapıyor.
Mehmet Genç – Sonra Rodos’ta da bir cami yapmış. Rumeli’de de var. Epey camii var. Onların giderlerini gösteren bir belge var. Yeni okuduk, Fehmi Bey de lütfetti. Öğrencilere transkript ettirdi. Belge diyor ki, -mütevellinin padişaha arzı, vakfın geliri çok, gideri az- diyor. Şimdi bu camiler ve hepsine o zaman için on bin altın yani bugün 15 milyon. Bir altın 1500 lira, 10 bin altın 15 milyon lira bugün için, yani aşağı yukarı ona benziyor. Onu henüz göremedik ama geliri daha çok, gideri az diyor. Ne yapalım diye mütevelli şu teklifi yapıyor. Eğer gideri düşük olursa, vakfa ileride müdahale olabilir.
Bu geliri şuraya, buraya götürebilirler. Onun için gideri arttıralım diyorlar. Padişah da evet gideri arttıralım diyor. Fakirlere yemek veren şeyler ekleyelim, onlarla dolduralım, diyor. Onlardan eksilen olursa, fakir bitmez sanayi öncesi ekonomide, biri ölürse ikisi gelir ve gider hep yüksek düzeyde kalır. Vakıf huzur içinde devam eder. Yani Osmanlılar vediatullah dedikleri halka hizmet etmek için çırpınan insanlar. Vakfın gelir fazla ise o geliri alalım, başka bir şey yapalım. Sarayın kızlarına verelim diyebilirler ama öyle değil. Tabii vakıfları konuştuk daha evvel bu tezika denilen vakfın gelirinden faydalanan grup var. O grubun baskısı müthiş, onun için gider arttıkça vakıf sağlamlaşır. O gideri yiyenler müdahale ettirmez aslan gibi savunurlar. Osmanlı padişahları arasında sonra II. Abdülhamit’i tanıdım ben mesela. Kanuni’yi sevdim ama gençliğimde sevdim. Okudukça çok enteresan adamlar var. Şimdi II. Abdülhamit için lehinde aleyhin de çok insan var.
Bunların dışında çok enteresan bir adam. Öyle padişah, öyle aydınlanmış despot dedikleri, aydınlanma çağının büyük Friedrich, deli Petro gibi yahut büyük Petro gibi adamlar. Onlardan da farklı bir adam Abdülhamit. Ben gençlere tez yapmalarını öneriyorum. Abdülhamit’i iradeleri. Şimdi Hatt-ı hümayun o devirde artık yok. Hatt-ı hümayun dediğimiz padişahı çarşaf gibi geren arzları okuyor, onları okumak mesele bizim günlerimizi alıyor. Padişahın işi gücü yok onları okuyor. Ondan sonrada onların üzerine, kağıdın sağ köşesinin üzerine kendi el yazısıyla, o arzda ki problemleri çözüyor. Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın, bu olmamış, gibi. Şimdi bu büyük bir meşakkat oluyor ve onlar içinde gece gündüz çalışıyorlar padişahlar. Onun için padişah olmayı asla istemezdim. Padişah yönetsin de istemiyoruz. Bu devirde bu adamlar hakikaten hepsi otuz küsur insan, hemen hepsi çok iyiydiler, çok başarılı idiler ve çok acıklı sonları da oldu. Kaynarca barışına şahit oldu III. Mustafa, barışla değil de işgal haberini alınca, kalpten gitti, savaş yenilgisinden gitti. O savaşı kendi biriktirdiği parayla finanse etti, III. Mustafa darphanede.
Sonra arkasından gelen I. Abdülhamit o da Rusya’yla Katerina’yla yapılan 2.savaşın sonuna doğru o da büyük bir yenilgi haberi aldı ve o da felç geçirdi. Yani hepsi çok meşakkatli bir hayat yaşadılar. Osmanlı hanedanlığı çok enteresan, 17.yüzyıla kadar her an tehlike var. Öldürülme tehlikesi var, kardeşi öldürebilir, babası öldürebilir, oğlu öldürebilir. Bu cehennem hayatı. Kızlarına gelince, onların ki daha büyük bir felaket. Hiç kimse düşünmüyor onları. O kızları politik amaçla 3-4 yaşında, 50 yaşında bir vezire veriyor. Bazen tabi ki 15-20 yaşında bir sultan 35-40 yaşında bir vezirle evleniyor. Vezirin eğer bir şeyi varsa, idam edilmesi gerekiyorsa onu idam ediyorlar. O sultanın kocasıdır diye hiç korunma yok. İdam ediyorlar, ben onu seviyordum, benim eşimdi, çocuklarım var. Ya bırak diyorlar, sen şimdi şununla evleneceksin, diyorlar. Böyle bir kadın hayatı olabilir mi? O şeylere müthiş merhamet duyuyorum, sarayın evet biraz imkanları vardı, ama bu hayat cehennem. Millet için feda ettiler kendilerini. Bu milleti 20.yüzyıla salimen ulaştırdılar. Hepsine Allah rahatlık eylesin, ama hanedan bitsin.
Mehmet Genç – Efendim, şimdi bizim kültürümüzün başlangıcında bozkır kültürü var. Asya da, asya kültürü. Burada güçlü hakanlar idare ediyorlar. Yani göçebe kültürü, sonra o kültür bizde de devam ediyor. Bakıyoruz, toprak mülkiyeti alıp satmak anlamında, ticari anlamda yok. Bizde güçlü devletler var, merkezi imparatorluklar var, merkezi devletler var. Avrupa’da ise devletler küçük küçük. Şehir devletleri var, aralarında bir birleşme yok. Burada magna carta’yla 1200’ler de kralların yetkileri baronlar tarafından sınırlanıyor ve orada toprak mülkiyeti başlıyor. Ben buna özellikle çok odaklanan insanım. Bu toprak mülkiyeti orda ticaret hayatını getiriyor.
Toplum bir hareketlilik içerisinde oluyor. Bu hareketlilikte esasen, başka etkenlerde var ama ana etkeni bu diye düşünüyorum ben. O toplum bir ilerleme kaydediyor, bir gelişme kaydediyor. Biz de ise bu olmadığından dolayı toprak mülkiyeti, kaderimiz aslında bu, asya’dan gelen bir çizgi bu. Yapımız gereği güçlü devletler kurmak zorunda olmamız. Bu görüş için ne dersiniz efendim?
Mehmet Genç – Özel mülkiyet çok önemli bir konudur. Batıda ki mülkiyette parçalı bir mülkiyettir. Ama bizimkinde devletin hakimiyeti var. Şimdi biraz evvel bir vesileyle söyledim. Bizim orta asya’da ki durum bir felaketti, iyi ki geldik buralara. Yoksa orada kalsaydık felaketin tam içindeydik. Bu bölgede de özel mülkiyet olsaydı, daha düşük olurdu refah. Söyledim verimlilik çok düşük. O toprakları serbest bıraksalar yani alınıp satılsa, istediği kadar toprakları olsa o insanların, özel mülk olsa o zaman çok daha düşük refah düzeyinde, sefalet düzeyinde kalabilirdik. Çin de ve Hindistan’da toprak daha verimli. Ama bizim bölgede Anadolu ve balkanlarda verim çok düşük. Osmanlı devleti kendi mülkiyetinde tutmadı. Toprakları üretici köylülere dağıttı.
Ama dedi ki; “Bu sizin mülkünüz değil, bu sizin tasarrufunuzda bırakılmış miri topraktır, devlet malıdır. Onun için bunu ekip biçeceksiniz. Ekip biçmezseniz elinizden alırım, başka bir köylüye veririm.” Bu rejimi benimsemeselerdi, çok daha zor bir hayat olurdu. Avrupa gelişmeyi sağladı, ama yalnız bu mülkiyetle değil başka bir sürü şeyiyle ve en önemlisi verimli bir alanda, çeşitlilik içinde, çeşitli devletler var ya onlar birbirleriyle mücadele ederek, okumuşsunuzdur ????? (01:32.06) edebiyat cumhuriyeti, bilgi cumhuriyeti şimdi Kopernicus Polonyalı, Galileo İtalyan, Kepler Alman, Newton İngiliz bu 150 sene evvel binlerce bilim devrimi yapan bu adamlar bilgi cumhuriyetinin üyeleri.
Yani İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya birbirinin boğazını sarılırken bu saydığım bilim devrimi yapan adamlar, bilgi cumhuriyetinin mensupları olarak birbirleriyle paslaşıyorlar, mektuplaşıyorlar, teorilerini tartışıyorlar, onlar savaş mavaş bilmiyorlar. Bu enteresan bir şey, bizim böyle bir dünyamız olmadı. O Avrupalı devletler, bir düzeyde devletler, ama bir düzeyde de Kültür millet-i vahide’dir fehvasınca yekvücut olarak çalışıyorlar.
Levent Ağaoğlu – Leibniz’in Spinoza’ yı ziyareti var mesela, birisi Hollanda’da birisi Almanya’da.
Mehmet Genç – Tabii, Descartes İsveç kraliçesiyle mektuplaşıyor. Yani bu Avrupa enteresan. Bizim şansımıza karşımıza Avrupa çıktı. Keşke başka yer çıksaydı. Böyle bir şans oldu, şanssızlık yani.
FEHMİ YILMAZ
19:32 – 24:32
Levent Ağaoğlu –Şunu sormak istiyorum. Gazi Osman Paşa’nın Plevne savaşında, bu savaş stratejisi konusunda getirdiği yenilik daha sonra detaylı olarak incelenmiş midir? Hakkında tezler yapılmış mıdır? Sempozyumlar düzenlenmiş midir? Gazi Osman Paşa’nın mirasını sahiplenmiş miyiz? Türkiye’de Harp Akademileri, milli güvenlik uzmanları bu konuyu değerlendirmişler mi?
Fehmi Yılmaz – Sorunuz çok güzel, çok teşekkür ederim. Bu savaş 93 Harbi olarak biliniyor. 93 Harbi hakkında araştırma yapan tarihçilerden biriyim. Maalesef yapılan çalışmalar birkaç tezden ibaret ve bu konuda uzmanlarımız yok. Paşa üzerine yapılmış bir tez var. 2001-2004 yılları arasında St. Petersburg’ta bulundum. Yani Rusya Çarlığının başkentinde. Hocam şunu sordu; “Orada 93 Harbiyle ilgili ne gibi çalışmalar var”. 2002 yılıydı, orada bir Rus arkadaştan yardım alarak, sadece yazılı kitapların 450 civarında olduğunu gördüm.
Mehmet Genç – Herkesin çok saygı gösterdiği büyük bir kahraman. Ama bizim ilgimizden çok yabancıların ilgisi enterasandır. Mesela 1904-5 Rus-Japon Savaşı’nı bilirsiniz. Japonlar bu savaşa başlamadan evvel Türkiye’ye geldiler. Askeri bir heyet Plevne savunması nasıl başarıldı diye, incelemeyi yaptı. Mesela bizim askeri tarihi yazan Edward Erikson’la birlikte bir kadın var, bilmiyorum gördünüz mü? O, muazzam bir literatür taradıkları halde, Plevne zaferinin, savaşının herhangi bir etkisini bilmiyoruz, diyor.
Ben çok hayret ettim. Çünkü biraz evvel bahsettiğim Binbaşı Tevfik Beyx New York’taki ateşelikte bu Peaboy Martini tüfeklerini seçerken, Avrupalı orduların hiçbir şekilde bu tüfekleri tercih etmediklerini ama bunların bizim işimize yarayacağına rapor ediyor. Onun üzerine yapılan savaş bitince, Avrupa’nın fikri değişti. Peaboy Martini tüfeklerinin iyi olduğuna karar verip, ordularını bu silahla donattılar. Ama bu nasıl oldu ise benim dikkatimden kaçtı. Yani benim hatırladığım bu iki önemli örnek, bizim gözümüzden kaçsa da, dünyanın gözünden kaçmıyor aslında.