HomeMAINİranlı sayılan Türk Düşünürler

İranlı sayılan Türk Düşünürler

 

********************************

Biruni

Buhârî,

Cevherî,

Ebu Hanife

Emîr Hüsrev-i Dihlevî

Fârâbî,

Hakîm Senâî,

Harezmi

İbn Sînâ,

Şehabeddin Sühreverdî

Şevket-i Buhârî,

Tirmizî,

Zemahşerî,

********************************

 

TÜRKLERİN ARAP DİLİ VE EDEBİYATINA HİZMETLERİ HARZEM DİL EKOLÜ

Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI

Neylersiniz ki, bu azgın Arap şovenizmi karşısında Türkler; Orta-Çağ İslâm kültür ve medeniyetinde nerede ise hiç bir hak iddia edemez bir hale gelmişlerdir. Öyle ya; Orta çağ, İslâm tarih, kültür ve medeniyetinin kurucuları, bu burçların büyük mimarları, bu kuleleri yapan büyük mühendisler bir diğer imge ile, başta Arap dili ve Edebiyatı olmak üzere, Tefsir, Hadis vs. gibi İslâmi ilimler, Felsefe, İslâm ilâhiyatı, ayrıca tıp, matematik, fizik astronomi gibi müspet ilim kollarında yetişmiş ve şahsiyetlerinin gölgesi bütün İslâm ülkelerinin üstüne düşmüş olan yüzlerce, binlerce Türk âlimleri bu Arap ve İran milli şuuru tarafından paylaşılmış ve bu büyük kültür ve medeniyet mirasından bize hiç bir şey bırakılmamıştır.

Türk tarihçi ve ilim adamlarının çok azı müstesna; Arap ve İran milli şuurunun bu azgın “Türk Yağmacılığı” karşısında sessiz kalmaları ve hiç bir iddiada bulunmamaları, onlarla kıyasıya bir tarih muhakemesine girmekten kaçınmaları, bir tarih ve kültür sefaletinden başka bir şey değildir.

Yayın Tarihi 2014
Baskı Sayısı 2. Baskı

ORTA ASYA TÜRK İSLAM MEDENİYETİ TEFSİR VE HADİS İLMİNİN GELİŞMESİNDE MÜSLÜMAN TÜRKLERİN YERİ

Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI
Burada acıda olsa Orta Asya Türk İslam Medeniyeti, Kültür ve Tarihi için tespit edilmesi gereken bir hakikat vardır. O da; Batılı ve sömürgeci Avrupa´nın yine sömürgeci müşterik zihniyetli tarihçileri ve araştırmacıları bir tarafa, bizim kendi tarihçilerimiz, ilim ve kültür adamlarımızın, bu baş döndürücü medeni gelişmeler karşısında inadına sessiz kalmaları ve bir çok hallerde tamamen teslimiyetçi ve affedilmez bir ihmal içinde olmalarıdır. Daha açık bir ifade ile Türk tarihçileri İlim ve Din Alimleri; Batılı oryantalistler (müşterikler) kadar bile, Orta Asya Türk İslam Tarih Kültür ve Medeniyetine sahip çıkmamışlar ve bundan daha da azısı bu büyük kültür ve medeniyetteki tartışılmaz derecedeki üstün ve parlak yerimizi tamamen Arap ve İran Milli Şuuru´nun insafına bırakmışlardır. Şimdi soruyoruz! Arap ve İslam Milli Şuuru karşısında bu teslimiyetçi durum daha ne zamana kadar devam edecektir? Yayın Tarihi 2017

Hz. Muhammed: Onlar altın devri yaşatacak

Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı: Araplar tüccar bir millettir. Hz. Peygamberin bu ticaret yıllarına dayanır Türklerle tanışması. Bu tanıma, tüm Arap aristokratları ve ticaret yapanları için de geçerlidir. Merhum Prof. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Türkçe kelimeler bildiğini de bana söyledi. Hz. Muhammed döneminde İran, Bizans var… Peygamber bunların yok olacağını söylüyor. Türklere gelince, Türklere dokunulmaması gerektiğini söylüyor. Hz. Peygamber İslamiyet’in Türkler sayesinde altın bir devir yaşayacağını ifade etmiştir. İran’ı Bizans’ı karşısına almış ama, buna karşın Göktürk’lerle karşı karşıya gelmemiştir. Bu da bir yorumdur tabii…
Arap milli şuuru karşısında, İran milli şuurunun karşısında bizim milli şuurumuz neden çıkmıyor?
Bu milletten, geçmişinizden tarihi varlığınızdan korkmayın! Türk milleti ilahi bir görevi yerine getirmiş bir millettir.

Yeniçağ Gazetesi, 22 Ekim 2012, Pazartesi, s.1

“Eserleri. 1. Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri (İstanbul 1314). Kendisini yayın âlemine sokan bu araştırması, uyandırdığı akislerle Bursalı Tâhir’in adını daha ilk adımda şöhret haline getiren bir eser olmuştur. Medeniyete büyük hizmetleri dokunmuş en ünlü İslâm âlim ve mütefekkirlerinin büyük bir kısmının Türk olduğunu öne süren bu küçük kitap, geniş bakış getiren önsözü ile birlikte âdeta bir ufuk açmıştı.

Akın yapmak ve kılıç kullanmaktan başka kendisine bir sıfat tanınmak istenmeyen Türklüğün henüz medenî hüviyeti hakkında zihinlerde belirli bir fikir yokken, eserlerini Arapça ve Farsça yazdıkları için Arap ve Acem kabul ve zannolunagelen

Fârâbî, Zemahşerî, İbn Sînâ, Cevherî, Buhârî, Tirmizî, Hakîm Senâî, Şevket-i Buhârî, Emîr Hüsrev-i Dihlevî

gibi nice İslâm ünlüsünün aslında Türk olduklarını ileri sürmek suretiyle kendi içinden yetişmiş fakihleri, filologları, filozofları, riyaziyeci, astronom, tabip, tabiat âlimleri, kimyacıları ile Türkler’in İslâm medeniyetinde nasıl yükseltici bir rol sahibi bulunduklarını gösteren eser hayretle karışık bir hayranlıkla karşılanmıştı.

Kendi kültür ve medeniyetimize sahip çıkmamak ve onu yeni nesillere tanıtmamak için elimizden geleni yapmak hususunda bizi kahreden bir büyük ihmal daha vardır. O da; Türk asıllı bu büyük medeniyet ve kültür adamları ve ilim ve insanlık tarihinin bu “Muallim-i Ûlâları” ve “İlim Öncüleri”nin daha resmi manada hiç bir kurum, kuruluş, ilmi araştırma merkezleri ve enstitülere, hatta Üniversite, fakülte ve yüksek öğretim kurumlarına verilmemiş olmasıdır. Türk Üniversiteleri ve bu Üniversitelerde bulunan Edebiyat Fakültelerinin hiç birine “Mahmud Kaşgarî”nin adı verilmediği gibi, hiç bir Tıp Fakültesine “İbn Sina” hiç bir Eczacılık Fakültesine “Beyruni” ve hiç bir Fen Fakültesine “el-Harezmi” ve hiç bir Siyasal Bilgiler Fakültesine “Yusuf Has Hacib”in adı verilmemiştir. Bunlara; Fârabi, Zemahşerî, İmam-ı Ebû Mansur Mâtürîdi, İmam-ı Buharî ve İsmail b. Hammad el-Cevheri gibi daha birçok Türk ilim ve fen adamlarını da ilâve etmemiz gerekmektedir. Peki, bütün bunlar ne ile izah edilecektir?

Ne var ki, azgın Arap ve yorgun İran milli şuuru, çoktan harekete geçmiş ve çoğu halde Türk asıllı olan bu büyük ilim adamlarının karşısına dikilmiş ve Türk vatan coğrafyasında yaşayan bu insanların kiminin Arap ve kiminin İranlı olduklarını iddia etmiştir.

Neylersiniz ki Arap-İran milli şuuru daha da ileri gitmiş ve bu ilim adamlarının Türklerin yaşadığı ve Türkçenin bir ana dil olarak konuşulduğu bir ülkede yetiştiğini, ana dillerinin asla Arapça olmadığını ve üstelik hepsinin “es-Semerkandi”, “el-Buhari”, “el-Kaşgarî”, “el-Fârâbi” ve “el-Harzemi” gibi Türk şehirlerinin nispet adıyla anıldıklarını ve bunun “et-Türki” anlamında kullanıldığını anlamak bile istememiştir.

Zira onlara göre bu Türk bilge kişilerinin birçoğunun isimleri Arap olduğu gibi, yine onlar eserlerini Arapça ve Farsça yazmışlardır. Oysa bu büyük ilim, tarih ve kültür adamlarının; temel İslamî kaynaklarda “O bir Araptı” veya “İran asıllı idi” diye hiç bir kayıt olmadığı gibi onların hemen hepsi, “es-Semerkandi, el-Kaşgarî” gibi Türk şehirlerinin nispet adıyla anılmışlardı. Arap-İran milli şuurunun bu tarihi, vatanî ve etnik realiteyi inkâr etmesi ve koca bir medeniyet ve kültür tarihini bir “yalancı şâhid” durumuna koyması kelimenin tam anlamı ile ancak bir tarih sefaletidir.”. http://www.zekeriyakitapci.com/tr/bd/matematik-tip-ve-astronomi-gibi-temel-fen-bilimlerinin-gelismesi.html?I=10

Türk asıllı ilim ve  kültür adamlarını kendilerine mal etme yarışında, azgın Arap milli şuuru karşısında, yorgun ve bezgin Iran  milli şuuru da  hiç bir  zaman Araplardan geri kalmamış ve köklü tarihin derinliklerinden kopub gelen ve kadim “Ariler”le “Turaniler” arasındaki tarihi rekabete “Hayır!”

Türk düşmanlığına dayanan Iran milli  şuuru, yüzünü Araplar gibi Türk dünyası coğrafyası ve “Turan yurdu”na çevirmiş ve  gözünü bu  geniş topraklarda yetişen İslam alimleri, büyük fikir ve  kültür adamları Arap dili ve edebiyatının Türk asıllı “Kutup Yıldızları”na dikmiş ve onları İran tarih ve  kültürüne mal  etmek için adeta bir  seferberlik başlatmıştır. İran milli şuuru bunda, şüphesiz büyük ölçüde başarılıda olmuştur.

Bugün Turan Yurdunda yetişmiş Türk asıllı bir çok ilim adamı, onların bu  fuzuli gayretleri sonucu Fars milli kültürüne mal edilmiş bulunmaktadır.

“Orta Asya’da İran Faktörü

Hiç şüphe yok ki yeryüzündeki milletler, insanlığa yön vermiş büyük adamlara âdeta sahip çıkma ve mümkünse onu kendi halkından gösterme yarışı içindedir desek pek  yanlış söylemiş olmayız. Öyle zannediyorum ki, biz Türkler, diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da maalesef geri kalmış durumdayız. Türk olduğu kesin olan büyük zatların bile Türklüğünü söylemekten geri duruyor, hatta onlara sahip bile çıkmıyoruz. Ülkemizde ırk ve milliyet konularını yanlış değerlendiren bir İslam anlayışı olduğu sürece, bu tavrımız daha da devam edecektir. Hâlbuki her düşünürün bir milliyeti, bir kökeni vardır. Düşünceleri üzerinde etkili olan, içinde yaşadığı bir kültürel çevre vardır.

Bunların bilinmesi hem tarihî, hem de bilimsel araştırmalar için gereklidir. Bazı milletler ise kendilerinden olması muhtemel bile olsa pek çok düşünürü kendilerinden kabul ederek dünya çapında yetiştirdiği ünlülerin sayısını artırma peşindedirler. Bu hususta kaydedilebilecek ülkelerin başında İran gelmektedir.
Öyle ki, kendi coğrafyalarına yakın yerlerde doğmuş büyümüş, hatta İran’da okumuş veya bir ara orada bulunmuş her mümtaz şahsiyeti kendinden gösterme çabası içindedir. Bu elbette Fars kültürüne bir şekilde temas etmiş herkesi İranlı sayma psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Şah döneminde olduğu kadar, Mollalar döneminde de İran’ın bu politikası değişmedi.

Kültürle etkileşim halinde olmak ya da etkisinde kalmak başka, etnik aidiyet konusu başkadır. Mesela bugün dünya Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altındadır dediğimiz zaman herkes batılıdır demek istemiyoruz. Batı kültürünün etkisi altında kalmıştır demek isteriz.

Bugün dünyada önemli şahsiyetlerin milliyetleri veya etnik kökenleri hususunda Batılı araştırmacıların çifte standartları bilinen bir gerçektir. Çünkü onlar, eserlerini Arapça olarak kaleme almış bulunan bütün yazarları, filozofları vd. hepsini “Arap yazarlar” kategorisinde gösterirler. Hatta kaynakları Arapça diye İslam Felsefesini “Arap Felsefesi” ismiyle anarlar. Hâlbuki kendileri, Latince yazan  bütün yazar ve filozoflarını “Latin yazarlar” kategorisinde değerlendirmezler. Kaynakları hep Latince olan Hıristiyan felsefesine hiçbir zaman “Latin felsefesi” demezler. Hatta onlar, dönemin bilim dili olan Arapça ile eserler vermiş her Doğulu düşünür hakkında “Arap filozofu” veya “Arap yazar” diye bahsederken; Batının bilim dili olan Latince ile eserler vermiş düşünür ve bilim adamlarına “Latin filozof” veya “Latin yazar” demezler. Mesela; İngiliz Newton, Alman Leibniz ve Kant, Hollandalı Spinoza eserlerini Latince vermiş olmalarına rağmen milliyetleriyle anılırlar. Keza günümüzde mensup olduğu ırkın dilini bilimsel olarak kullanmayan, eserlerini İngilizce ve Almanca veren Albert Einstein ile Sigmund Freud, Alman ve İngiliz değil, Yahudi bilim adamları olarak anılırlar.

Bugün İran, kendisine yakın bir coğrafyada yaşamış ve kendi dilini kullanan her büyük adamı sahiplenmiş ve bunun için, kendi kültür tarihi ve edebiyatında yer vermiş olduğu mümtaz şahsiyetleri uluslararası arenada da kabul ettirmiş bulunmaktadır.
Maalesef, Türk dış işlerinde ve kültür politikalarımızda geçmiş Türk büyüklerine sahip çıkma gibi bir geleneğimiz olmadığından İran, meydanı boş bulmuş hemen hemen hepsini sahiplenmiş ve dünya literatürüne tescil ettirmek için oldukça yüklü bir kaynak harcamıştır.

Mesela Şah dönemi İran’ın mümtaz misafirlerinden olan Fransız Profesör Henri Corbin, çok yüklü bir ücret karşılığında hazırladığı dört ciltlik “İran Tarihi”nde Türk, Özbek, Azeri, Türkmen, Tacik, ne kadar düşünce, din ve tasavvuf adamı varsa hepsini yani Türkistan-ı Kebîr’in bütün bilginlerini İranlı göstermekte tereddüt etmemiştir.

Sözgelimi, ünlü İşrak filozofu Azeri Türk’ü Şehabeddin Sühreverdî olsun, Özbek Türk’ü olan İbn Sina olsun, sadece İran’a yakın bir coğrafyada yaşadıkları ve Farsça risaleleri bulundukları için hemen İranlı yapılmıştır.

Tabiî ki Şah da  bunun altında kalmayarak, Corbin’e Hazar Denizi’ne nazır tribleks bir villa hediye etmek gibi bir nezakette bulunmaktan geri kalmamıştır. Henry Corbin eğer Sühreverdî ve İbn Sina’nın fikirlerini incelediği kadar, milliyetlerini de aynı titizlikle inceleseydi, doğruyu ifade etmiş olurdu ama doğruyu yazabilir miydi? Eğer doğruyu yazsaydı, kendisini kim ödüllendirirdi, Türkiye mi? Türklüğün aşağılandığı ve ırkçılık kabul edildiği bir ülke tarafından mı? Kavram kargaşasının yaşandığı ve çarpık bir din anlayışının hüküm sürdüğü bir ülke tarafından mı?

İran’ın uluslararası bu kültür politikası, geçmişte Şah döneminde neyse, şimdiki mollalar döneminde de aynıdır. İran dahi Ortaasya’da, özellikle Türkistan’da yetişmiş, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinin bütün önemli şahsiyetlerine sahip çıkmış ve dünya arenasında onların İranlı olduklarını vurgulamaya çalışmaktadır.
Bazı internet sitelerinde ve özellikle Britanica ve Wikipedia gibi dünyanın tanınmış ansiklopedilerinde konuyla ilgili maddelerinde Türk olduğu müsellem olan kişileri bile İranlı gösterme gayretindedirler.
En basit köylüsünden devlet başkanlarına kadar hemen hemen herkes, etnik kökeni ne olursa olsun, İran kültürünün uzandığı her yerde, ne kadar bilgin, filozof, mutasavvıf varsa hepsini İranlı göstermek için âzamî gayret sarf etmekte ve bunun için de Batılı bilim adamı ve araştırmacıları İran’a davet edip, onlara böyle çalışmalar yaptırmaktadırlar.
Kısaca, günümüzde İranlı yazarların ve bunları kaynak gösteren bazı Türk ve Batılı yazarların Farsça risalesi olan hemen hemen bütün bilginleri İranlı kabul etme gibi bir takıntıları vardır. Hâlbuki bu bilginler, devrinin ilim ve tasavvuf dilleri olan Arapça ve Farsça ile yazmışlardır. Farsça o zamanlar önemli bir dil olmasaydı, bir Türk devleti olan Selçukluların resmi dili Farsça olmazdı.

Peki dilden dolayı Selçuklulara da mı “İranlıların devletidir!” diyeceğiz!

Problem Nereden Kaynaklanıyor?

Konuyu tarihî bir realite olarak ele almak zorundayız.

Burada söz konusu olan konu İran ile Müslüman Türkler’in asırlardır iç içe yaşamış olmalarıdır. Türkler Müslüman olmadan önce, İran İmparatorluğu’nun Türk devletleriyle arasında kesin bir doğu sınırı vardı. Bu sınır Maveraünnehr’in berisinde idi. Persler, daha ziyade Körfez çevresinde yoğundular. Zaten Farisî denen dil körfez bölgesinin dili idi (Ş. Sami, Kâmusu’l-A’lâm, ilgili madde) ve aynı zamanda Sanskritçe denen Hint dilinin büyük bir lehçesiydi. Dolayısıyla Türkistan sınırı Maveraünnehr’in berisinden başlıyordu. Bu sınırın doğu ve kuzeye doğru olan kısmı Türkistan’dı.

Türkler Müslüman oldukça, batıya doğru, bugünkü ifadeyle İran içlerine doğru yoğun bir şekilde göç etmeye başladılar. Aslında Türkler’in batıya göçüşü özelikle Küçük Asya’ya yani Anadolu’ya göçleri İslamiyet’ten önce de vardı. İran içlerine Türkler’in göçüşü, Müslümanlığı kabul ettikleri ilk yüzyıl ile ikiyüz elli yılları arasında daha yoğun olmuştur (A. Sayılı, Was İbn Sina an Iranian or a Turk?, s. 8).

Dolayısıyla İran’la Türkistan arasındaki sınır sürekli olarak doğuya ve kuzeye doğru doğal olarak kaymıştır. Yakut Hamevî, Mu’cemü’l Buldan adlı eserinin muhtelif sayfalarında o bölgelerin şehirlerinin tarihçesini verirken bunları görmek mümkündür. Çünkü Müslüman olan Türkler kendi yöneticilerinin, kabile veya hükümdar sülalesinin adlarıyla anılmaktaydı. Müslüman olmayan Türkler ise Türk adıyla Asya içlerine ötelenen Türkistan sınırının doğusunda ve kuzeyinde kalıyorlardı. Bir diğer tabirle Müslüman oldukça Türkler “Darü’l-İslam” adı verilen sınırın içine dâhil oluyorlardı.

Türkistan adı verilen bölgeler ise “Darü’l-harp” olarak görülüyordu. O zamanki Arap müelifleri, o bölgedeki Türkler’i Kur’an’da geçen “Yecüc-Mecüc” gibi menfi  sıfatlarla anıyorlar ve hatta İbn Miskeveyh gibi bazıları da onları insan olarak bile görmüyordu. Bu sebeple Müslüman Türkler bile kendilerine “Biz Türküz” diyemiyorlar, “Biz Karahanlıyız, Kaşgarlıyız, Harezmşahlıyız, şuyuz, buyuz” diyorlardı ama bir türlü “Türküz” demiyorlardı.

Çünkü o çağlarda Müslüman olmayan Türklerin bölgesine Arapça “Diyar el-etrak”, İran’ın kuzeydoğusundakiler için Farsça “Turan” deniyordu.

Müslüman oldukça, gayri Müslim kalan ırkdaşlarından uzaklaşarak İran içlerine doğru göç eden Türkler, İran içinde son derece yoğun bir Türk nüfusa sahip oldular ve pek çok Türk devletleri kurdular. Bugün bile İran’da Fars (Pers) nüfusundan fazla Türk vardır. Ancak, bu Türkler hem dil hem de kültür olarak Fars kültürünün yoğun etkisinde kaldılar.

Nitekim Türkçemizdeki namaz, oruç, abdest gibi temel dinî kavramlar bile Farsçadır. İşte problemin özü, esası budur. İran kavramı aslında bir coğrafya adıdır. Bunların hepsini Pers kabul etmek tarihî bir hata olur. Bugün İranlılar, hepsine “İranlı” diyerek tamamının Pers kabul edilmesini istemektedirler. Bu sebeple o coğrafyanın bütün yetişmiş değerlerini mütecaviz bir sahiplenme psikolojisi içinde kendilerine mâl etme çabası içindedirler.

Batılı araştırıcıların hatası da Dicle’nin doğusunda yaşayan bütün insanları tetkik etmeden “İranlı” kabul etmeleridir.

Her ne kadar bu görüş yavaş yavaş terk edilse de, gerek ilmî gerek popüler sahalarda bu söylemle karşılaşmak hâlâ mümkün.

Zaman içinde Türkler’in kâhir ekseriyeti Müslüman olunca Türkler hakkında Arapça olumlu sözler ve eserler de verilmeye başlanmıştır. Türkistan adı da önceki sınırlarına, başta Maveraünnehr olmak üzere Orta Asya’yı temsil eden bir isim olmuştur. Ancak önceki “Yecüc-Mecüc” gibi o kötü vasıflandırmalar, putperestlik ve şamanlık vb. gibi  hususlar, eski kaynaklarda geçtiği için, bugün bile onların kritiği yapılmadan, alınan bilgiler günümüz insanları için son derece yanıltıcı olmaktadır. İşte bu sebeple hem klasik kaynakları hem de ilmî ve tarihî verileri, yazılma şartlarını dikkatlice ele almak gerekmektedir.”.  https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/m/e/meshurlar-1483446083.pdf

https://leventagaoglu.blogspot.com/2018/01/turklugu-farstir-veya-araptir-denilerek.html

Wikipedia persian scholars

Türk Rönesansı, Türkistan Düşünürleri

7buruk: Was Ibni Sina an Iranian or a Turk? 

E-Posta Bültenimize Bekliyoruz.
Haftalık olarak, sizinle tüm içeriklerimizi e-posta yoluyla paylaşıyoruz.
icon
RELATED ARTICLES

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here


Most Popular