HomeMAINİslam ve Türk Düşünürler

İslam ve Türk Düşünürler


İSLAM VE DÜŞÜNCESİ

Batı, ortaçağın karanlığını yaşarken, İ.S. VII. yüzyılın başlarında, Doğu’da
yeni bir düşünce sistemi kuruluyor. Muhammed (570-632) yeni bir din getirmiştir.
Yüzyıllardan beri tam uyku içinde bulunan Doğu insanları artık yeni bir
erdeme yöneleceklerdir. Bu yeni din, Musa’nın getirdiği gibi, tektanrıcıdır. Bu
yeni din, İsa’nın getirdiği gibi bütün insanları erdeme çağırmaktadır. Oysa, ne
Musa’nın getirdiği gibi sadece bir ulus için, ne İsa’nın getirdiği gibi Tanrı’yı kişileştirmek
içindir. İnsanlar, Tanrı’nın çocukları değil, kullarıdırlar. Onun buyruklarına
göre yaşayacaklar; böylece, hem bu dünyada, hem de öteki dünyada
mutluluklarını sağlayacaklardır. Bu yeni din, toteme bağlanan ilk insanlardan
beri geniş çapta toplulukları etkileyen yirmi sekizinci dindir. [sayfa 127]

Müslümanlık, Musevilikle başlayan ve Hıristiyanlıkta Yunan felsefesiyle ilişki
kuran tektanrıcı din anlayışının sonuncusudur. Yahudi kaynağından türeyen
tektanrı dogması her üç dinin de temel öğesidir. Yaratıcı ve yönetici olan bu
tanrıyla insanlar arasındaki ilişkiler, tapım (kült) ve tören (rit), pratiği düzenleyen
törebilimsel kurallar bu dinsel zincirin temel belirleyicileridir. Müslümanlığın
kurucusu Muhammed, Yahudi geleneğini ve Hıristiyanlığın gnostik yorumunu
özümsemiştir. Müslüman olabilmek için Adem’den başlayan bütün
Yahudi peygamberleri zincirine ve onlara gönderilen kitaplara inanmak şarttır.
Ancak Muhammed ve Kuran, zamanla bozulduğu ilerisürülen bu tanrısal
sistemin düzelticisi ve tamamlayıcısı olarak son peygamber ve son kutsal kitap
olmak niteliğini taşır. Muhammed’in nebilikle peygamberliği (Ar: Nübüvvet
ve resalet) kişiliğinde toplaması, yani eski şeriatı sürdürdükten sonra yeni
şeriatı getirmiş olması bundan ötürüdür. Müslümanlık, Arapların ilkel komün
sisteminden sınıflı bir topluma geçtikleri ve komünal, ilişkilerin feodal ilişkilere
dönüştüğü bir çağda ve bu toplumsal dönüşümün bir yansıması olarak
oluşmuştur. Bu yüzden, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan farklı olarak, çok güçlü
sınıfsal bir karakteri vardır. Bu sınıfsal karakter özellikle kader dogmasında
belirlenmiştir, her şey tanrıca düzenlenmiştir ve tanrının dilediği gibi olmaktadır,
katlanmak ve ölümden sonraki mutlulukları beklemek gerekir. İslam dini,
VII. yüzyılın ilk yıllarında yayılmaya başlamıştır. O günlerde Arapların birçoğu
Hıristiyanlığa bağlanmışlardı. Hıristiyan Arap papazları, Arap panayırlarında
dolaşarak öğütler vermekte; ölümden sonra dirilmenin, öteki dünyada sorguya
çekilmenin, cennet ya da cehenneme gitmenin sözünü etmekteydiler.
Arap ülkesinde boy boy manastırlar türüyordu. Bir yandan da Hıristiyan Nasturilerle
Yakubiler, Yahudiler, putatapan Sabiiler Arap ülkesinde Yunan düşüncesini
yayıyorlardı. Muhammed, aristokrat bir ailenin yoksul çocuğuydu. Varlıklı
amcaları vardı ama, kendisine pek yardım etmiyorlardı. Yaşadığı yer uyanık
ve varlıklı bir alışveriş kenti olan Mekke’ydi. Toplumsal bir kargaşalık Arap ülkesini
sarmıştı. Suriye, Mısır, Kuzey Afrika’nın büyük bir parçası Bizanslıların
elindeydi. Yemen, Irak, Basra Körfezi kıyıları, Anadolu’nun bir parçası İran
egemenliğine girmişti. Toplumsal yaşayış, ilkel bir yaşayıştı. Araplar birçok kadınlarla
evlenmekte, bakamayacakları kadar çocuk yapmakta, verimli olmayan
kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürmekteydiler. Yeni bir düzen
gerekiyordu. Bizans düzeninin alınması Bizans egemenliğini, İran düzeninin
alınması İran egemenliğini güçlendirecekti. Musa ulusçuydu, oysa Arap ülkesinde
kaynaştırılmaları gereken birçok uluslar yaşıyordu. Bir bireşime gidilmesi
gerekiyordu ve gidildi. Müslümanlık, bu bireşimin ürünüdür. İslam sözcüğü,
Tanrıya bağlanmak anlamındadır ve teslim kökünden türetilmiştir.
Müslümanlık, Yahudiliğin Elohim ve Yahova ikiliğiyle Hıristiyanlığın teslis üçlüğü
karşısında, katıksız tektanrıcıdır. Siyasal bir karakter taşır, pratik bir dindir
(iman ile amel birleşimi). Müslümanlığın kutsal kitabı Kuran, Arapçanın mudhar
adı verilen Hicaz lehçesiyle yazılmıştır ve seksen altısı Mekke’de, yirmi
sekizi Medine’de meydana getirilen yüz on dört sureden ibarettir. Vaaz, nasi
hat ve telkin sureleri Mekke’de, şeriat ve devlet sureleri Medine’de meydana
gelmiştir. Ku’ran’ın tamamlanışı yirmi üç [sayfa 128] yıl sürmüştür. Çeşitli zamanlarda
meydana getirilen sureler, değişen gereklere göre, çelişik yargıları kapsamaktaydılar.
Bunlar, halife Osman zamanında ayıklanarak Ku’ran’a kesin
biçimi verilmiştir (ayıklanan ve çıkarılan ayetler Buhari’nin Hadis’inde vardır).
Gusül ve halifelik kurumu gibi hükümler Himyeri kabilelerinden; oruç, namaz,
nikah gibi hükümler Yemenlilerle Yahudilerden alınmıştır. Dinsizlik çağından
(cahiliyet devri) kalma birtakım kurallar oldukları gibi muhafaza edilmiş;
kumar, yıldızlara bakmak gibi adetler yasaklanmıştır. Müslüman olabilmek
için beş yükümü yerine getirmek ve altı dogmaya inanmak şarttır. Bu beş
yükümün üçü sınıf farkı gözetilmeksizin bütün müslümanlara, ikisi varlıklı sınıftan
olan Müslümanlara farz (yapılması zorunlu) kılınmıştır. Bu beş yüküm
şunlardır: 1. Tanrıdan başka bir tanrı olmadığını ve Muhammed’in tanrının
kulu ve elçisi olduğunu dille söylemek (Ar. Kelimei şehadet), 2. Namaz kılmak,
3. Oruç tutmak, 4. Varlıklı olanların zekat (mal ve paranın kırkta birini
her yıl sadaka olarak dağıtmak) vermesi, 5. Varlıklı olanların yaşadıkları sürede
bir kez hac (Mekke’deki kabeye giderek çevresinde dolaşma)’a gitmesi…
Zekat, varlık vergisidir. 361 gram gümüşe eşit herhangi bir değere sahip olanlar
varlıklı sayılırlar ve bu varlıklarının kırkta birini her yıl yoksullara vermekle
yükümlüdürler. Bundan başka, varlıklılar, şart olmamakla beraber, ramazan
bayramlarında fitre (sdaka-i fıtır) vermeli ve kurban bayramında da kurban
kesmelidirler. İnanılması şart olan altı dogma da şunlardır: 1. Tanrının varlığı
ve birliği, 2. Tanrının melekleri, 3. Tanrının peygamberleri (Adem, Şit, İdris,
Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Eyüp, Şuayıp, Musa,
Harun, Davut, Süleyman, İlyas, İlyesa, Zülkifil, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa, Muhammed),
4. Tanrının peygamberlerine gönderdiği kutsal kitaplar (Adem’e
gönderilen on yaprak, Şit’e gönderilen elli yaprak, İdris’e gönderilen otuz yaprak,
İbrahim’e gönderilen on yaprak, Musa’ya gönderilen Tevrat kitabı, Davut’a
gönderilen Zebur kitabı, İsa’ya gönderilen İncil kitabı, Muhammed’e gönderilen
Kuran kitabı), 5. Ahiret (ölümden sonraki dünya)’in varlığı, 6. Kaza (tanrıca
yazılanın olması) ve kader (tanrının önceden takdir edip yazdığı)’in tanrıdan
geldiği… Meleklerin sayısını sadece Tanrı bilir, dört büyük görevli melek
vardır: Tanrı’nın buyruklarını peygamberlere ulaştırmakla görevli Cebrail,
eceli gelen insanların ruhlarını almakla görevli Azrail, dünyadaki olayları düzenlemekle
görevli Mikail, kıyamet gününü yönetmekle ve o gün insanları diriltmekle
görevli İsrafil. Ahret gününe inanmak; bir gün dünyanın sonu geleceğine
(kıyamet), büyük kutsal mahkeme kurulup insanların orada yargılanacaklarına,
cennet ve cehennemden birine gönderilip sonsuza kadar orada
yaşayacaklarına inanmak demektir… İnsanların elindeliği (irade-i cüz’iye) sadece
dilemek alanındadır, şunu ya da ötekini dilemekte özgür ve bu yüzden
de sorumludurlar. Bununla beraber, dilek iyi ya da kötü olsun, bütün olup bitenler
tanrıca önceden belirlenmiştir (kader) ve önceden belirlendikleri biçimde
(kaza) olurlar… Farz (Müslümanlarca yapılması kesin olarak zorunlu
kılınmış işlerdir. Namaz gibi bütün Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ı ayn,
zekat gibi bir kısım Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ı kifaye denir), vacip
(yapılmalarının kesin olarak zorunlu kılınıp kılınmadıkları bilinmeyen, bununla
[sayfa 129] beraber her halde yapılması gerekli olan işlerdir), sünnet (farz ya da
vacip olmadıkları halde, peygamber tarafından yapıldıkları için ona uyularak
yapılan işlerdir. Peygamberin her zaman yapıp ara sıra ihmal ettiği işlere sünnet-
i müekkede, ara sıra yapıp çoğunlukla ihmal ettiği işlere sünnet-i gayr-i
müekkede denir), müstehap (kuşluk namazı kılmak gibi peygamberin ara sıra
yapıp çoğunlukla yapmadığı ibadetler), haram (sarhoşluk, hırsızlık, yalancılık
gibi kesin olarak yasaklanmış şeyler), mekruh (kesin olarak yasaklanıp
yasaklanmadıkları bilinmemekle beraber yapılmaması gerekli şeylerdir. Bunlardan
harama yakın olanlarına keralıet-i tahrimiyye, helale yakın olanlarına
keralıet-i tenzihiye denir), helal (yapılmasına izin verilmiş şeyler), mubah (yapılmaları
ve yapılmamaları yasaklanmamış şeyler), müfsit (ibadetleri bozan
şeyler).. Namazın sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı olmak üzere günde beş
vakit kılınması farzdır. Gün doğarken, güneş tepedeyken ve gün batarken namaz
kılınması yasaklanmıştır. Ayrıca cuma namazı, cenaze namazı gibi farz-ı
kifaye: bayram namazlarıyla teravih namazı gibi sünnet olan namazlar da vardır.
Oruç, gün doğuşundan gün batışına kadar, yemek yememek, hiçbir şey
içmemek ve cinsel ilişki kurmamak suretiyle tutulur. Farz olan oruç, ramazan
ayı süresince tutulması gereken oruçtur. Ayrıca adak oruçları gibi vacip, muharrem
ayının 9, 10, 11. günlerinde tutulan oruçlar gibi sünnet, her kameri
ayın 14, 15, 16’ıncı günleri tutulan oruçlar gibi müstehap olan oruçlar da vardır.
Ramazan bayramının ilk günüyle kurban bayramının dört gününde oruç
tutmak yasaklanmıştır (haram)… İslam dini, bir yönetim bütçesi de önermektedir.
Bu bütçeye göre beş çeşit gelir ve sekiz çeşit gider sayılmıştır. Gelirler
şunlardır: Ganimet (savaşta ele geçirilen her türlü değerlerdir ki bunların beşte
biri yönetime, beşte dördü savaşanlara ayrılır), zekat (genellikle kırkta bir
olarak alınan gelir vergisi. Ayrıntıları şunlardır: Kırk koyun ya da keçi için bir
koyun ya da keçi, otuz sığır ya da manda için bir yaşını bitirmiş bir buzağı,
yirmi miskali -bir miskal, bir buçuk dirhemdir-, bir dirhem de 3.207 gramdır
geçen altından ve iki yüz miskali geçen gümüşten kırkta bir altın ve gümüş,
beş veski geçen toprağın yağmur suyuyla sulanıyorsa ürününün onda biri, el
emeğiyle sulanıyorsa ürününün yirmide biri), cizye (Müslüman olmayan uyruk
erkeklerden yılda bir dinar olmak üzere alınan vergi), haraç (Müslüman
olmayan çiftçilerden anlaşma yoluyla alınan kira), işlenmemiş toprak (bir
toprağı işleyen ona sahip olur, işlenmemiş toprak yönetimindir)… Bu gelirler
şu giderlere harcanır: Yoksullara yardım, çalışamayacak durumda olanlara
yardım. Müslümanlığı yeni kabul edenlere yardım, köleleri özgür (azatlanmış)
kılmak için ödenti, borcunu veremeyen borçluların borçlarını kapatmak için
ödenti, konuklara ve yolda kalanlara yardım, hayır işlerine harcama, memur
maaşları (o zamanlar memur olarak sadece tahsildarlar bulunduğu için tahsildarların
maişetini temin)… Muhammed, maaş oranını şöyle ayarlamıştır:
“Bize memur olan kişi karısının maişetini sağlayabilir, bir de ev alabilir, bir de
hizmetçi tutabilir. Bundan fazla haddi tecavüzdür”. Peygamber Muhammet’in
ölümünden sonra meydana çıkan yeni gerekler ve sorunlar şu bilimleri oluşturmuştur:
Kutsal kitabın boşluklarını peygamberin sözleri ve işlemleriyle doldurabilmek
gereğinden Hadîs bilimi, kutsal kitabın açık olmayan sözlerini
yorumlama [sayfa 130] gereğinden Tefsir bilimi, yeni koşullara uygun bir hukuk
gereğinden Fıkıh bilimi, aykırı anlayışlar arasındaki tartışma gereğinden Kelam
bilimi, kutsal kitabın ve peygamber sözlerinin gizli anlamlarını araştırma
gereğinden Tasavvuf bilimi… İslam düşüncesinde Kelam açık felsefenin, Tasavvuf
gizli felsefenin oluşma alanıdır. Bununla beraber her ikisinde de amaç
dindir, bilim bu amaca varabilmek içi sadece bir araçtan ibarettir. Gerçek İslam
felsefesindeyse (ki başlıca temsilcileri El Kindi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt,
İbni Bace, Gazali, Sühreverdi, İbni Tufeyl’dir) amaç bilimdir, din bu amaca
varabilmek için bir araçtan ibarettir. Pratik sorunlardaki görüş ayrılıklarından
mezhepler, teorik sorunlardaki görüş ayrılıklarından meslekler oluşmuştur.
Mezhepler, dinsel geleneğe sıkıca bağlı kalarak Ku’ran ve Hadis’i kıyas (benzerine
uydurma) yöntemleriyle yorumlayan ehli sünnet mezhepleri ve yeni
gereklere uydurmak için değiştirerek yorumlayan ehli bid’at mezhepleri olmak
üzere ikiye ayrılmıştır. Ancak kıyas yoluyla uygulama çeşitlendiği gibi oybirliğini
sağlamak da her zaman mümkün olmadığından ehli sünnet de, yapısı
gereği zorunlu olarak çeşitlenen ehli bid’at gibi, çeşitli mezheplere ayrılmıştır.
Ehli sünnet dinsel kurallar alanında Selef, Matüridiyye, Eşariyye gibi mezheplerle
hukuk kuralları alanında İmam Ahmet İbn Hanbel’in içtihatlarından
Hanbelilik, İmam Ebu Hanife’nin içtihatlarından Hanefilik, İmam Şafii’nin içtihatlarından
Şafiilik İmam Malik’in içtihatlarından Malikilik mezheplerine bölünmüştür.
Ehli bid’at akımında da Kaderiyye, Sıfatıyye, Müşebbihe, Mûtezile
gibi birçok mezhepler türemiştir. Şiilik (Şia) katıksız ilk biçimiyle bir siyasal
partidir ve peygamberin amcaoğlu Ali’yi halife yapmak istemeyen Hariciler
(Havariç)’e karşı Ali’yi tutanların partisini adlandırır. Sonraları bid’at sayılmış
ve Şii-Bâtınîlik adı altında tasavvuf tarikatlarının gizli ve siyasal sığınağı olmuştur.
Sonraları geniş anlamında, tasavvuf deyimiyle anlamdaş kılınan bâtınilik
de ilk ve katıksız biçimiyle bir siyasal partidir ve altıncı İmam Caferus Sadık’ın
oğlu İsmail’i küçük kardeşi Musa Kazım’a karşı imam yapmak isteyen
İsmaili’lerin birçok ülkelerde kurdukları gizli örgütün adıdır. Bu bakımdan Alevilik
(peygamberin amcaoğlu ve damadı Ali yandaşlığı) deyimi, Şiilik, Bâtınîlik,
İsmaililik deyimlerinin tümünü kapsayan genel bir anlam taşır ve gerçek
halifeliğin Ali soyuna özgü olduğu savını içerir. İslam dininin ayırıcı niteliği,
kadınların aşağı görülmesi ve çok kadınla evlenmenin hukuksallaştırılmasıdır.
Ku’ran’a göre, “tanrı erkekleri kadınlardan üstün kılmıştır”, “kadınlarınızı dövün”,
“mirasınızda erkek için kız payının iki katı ayrılmalıdır”, “gönlünüzün
dilediği kadınlardan iki, üç, dört tane alın” (Nisa suresi 34, 11, 3). Müslümanlık
bir devlet dinidir, halife de bu devletin başkanıdır. Geniş ve ayrıntılı bir hukuk
sistemi vardır, bu hukuk Kur’an (Tanrı sözleri) ve Hadis (Peygamber sözleri)’le
kesin olarak sınırlı ve değişmezdir. Bunlarda bulunmayan yeni olaylar için kıyas
ve icmaı ümmet yollarına başvurulur. Bu yöntemlerle de çözülmesi olanaksız
bulunan sorunlar içtihat (yetkililerin Ku’ran ve hadise dayanarak yap
tıkları yorum)’la çözümlenir. İcma (topluca verilen karar), ümmet (bir dinde
olanların topluluğu)’in bir araya toplanamayacak kadar çoğalması sonunda
yetkililerin bir araya gelerek topluca bir karara varmalarını dilegetirir, Müslümnlığın
temel amacı olan dinsel ve sınıfsal devlet örgütü ilkin peygamber
Muhammed tarafından Medine kentinde, Yunan site devletlerini andıran [sayfa
131] bir biçimde, bir kent-devleti olarak kurulmuştur. Daha sonra ve özellikle
Emeviler zamanında dünyanın pek büyük bir bölümüne egemen olan İslam
imparatorluğu meydana gelmiştir. Günümüzde dünyanın beş kıtasında çeşitli
devletlerle temsil edilen müslümanlık altı yüz milyonu aşkın bir nüfusu kapsamaktadır.
İslam felsefesi (Us. Felsefei İslamiyye, Fr. Philosophie Islamique), ortaçağ
Hıristiyan felsefesi gibi, çeşitli uluslardan düşünürlerin Müslümanlık disiplini
içinde düşünmelerini dilegetirir. Antikçağ Yunan felsefesini Suriyelilerden
öğrenen İslam düşünürler, Hellenistik felsefeyi Arapçaya çevirmekle işe başlamışlar
ve düşüncelerini Yunan felsefesinin Müslümanlıkla uzlaştırılması yolunda
geliştirmişlerdir. Bu bakımdan temel yapısı tanrıbilimci, uzlaştırıcı ve
eklemecidir. Müslümanlığın daha ilk yıllarında dinsel dogmalar ve bu dogmalarla
kurulan toplumsal düzen yetmemeye başlamıştı.

İlk çeviricilerden El Kindi, Plotinos’un ünlü dokuzlularını çevirmiş ve
Aristoteles’i Yeniplatoncu öğelerle karıştırarak sunmuştu. İlk Arap ve Müslüman
düşünürü sayılan El Kindi (Ölümü: 872) usçudur, tanrıyı kanıtlama (Ar.
Alburhan)’ya ve ona yaklaşmaya çalışmıştır. İslam doğa felsefecileriyle tartışmış
ve onlara karşı çıkmıştır. El Kindi, uslamlama (Ar. Alistidlal) yoluyla
kanıtlıyor ve bilinen özellikler (Ar: Al-Havass)’den daha az bilinen özellikleri,
ilinek (Ar. Al’araz)’lerden öz (Ar. Al-zat)’ü çıkarsamaya çalışıyordu. Tümeller
(Ar. Al-külliyat)’i girçek saymıyor ve onların iç düşünme (Ar. Al-murakaba)’nin
ürünleri olduğunu ilerisürüyordu. Ona göre tümeller duyulur, (Ar. Al-mahsüsat)
şeyler değil, anlakalır (Ar. Al-makulat) şeylerdir. El Kindi, usu da üçe ayırmaktadır:
Önce insan ruh (Ar. Al-nefs)’unun dışında sonsuz ve eylem halinde
bir us (Ar.. Al-akl bilfiil), bir de sonsuz ve kendiliğinden işleyen bir us (Ar. Al-akl
al-faal) var. İnsan ruhunda bulunan güç halindeki us bunların etkisiyle gelişip
edinilmiş us (Ar. Al-akl al-mukteseb) oluyor. İnsan usunu oluşturan bu uslar,
tanrılık uslardır. El Kindi meşşâi okulunun kurucusudur. Onu bu yolda Ahmed
Serakhsi, Ebu Ma’şer Belkhi, Farabi ve İbni Sina izlemişlerdir. Bununla beraber
İslam felsefesinde, eski Yunan’da olduğu gibi, bir doğa felsefesi de gelişmiştir.
Sokrates’ten önceki Yunan ve Hint felsefelerinin etkisiyle oluşan İslam doğa
felsefesi, özgür düşünceli Mûtezileciliğin bilimselleşmesidir ve tabiiyyun,
dehıyyun, İslam atomculuğu, batınilik, ihvan-üs-safa gibi-felsefesel akımları
kapsar. İslam doğa felsefesinin (ki buna genel olarak tabiiyyun deniyor) kurucusu
Ebu Bekr Zekeriya Razi (841-926, Fransızlar Rhazes ya da Al-Razes
diyorlar)’dir. Razi, deney ve tümevarım (Ar. Al-istikra) yöntemlerini kullanan,
bilginin sadece duyularla elde edildiğini savunan İslam felsefesinin ilk görgücüsüdür.
En çok bağlandığı düşünürler Yunanlı Anaksagoras’la Empedokles
ve İranlı Mani’ymiş. Bedensel hastalıkların, aynı zamanda, ruhsal nedenleri
olduğunu ilerisürecek kadar çağını aşmış bir düşünürdür. Yetkeler, onun Hekimlik
kitabı’nı psiko-somatik hekimliğin ilk yapıtı sayarlar. Felsefesinde tanrı,
boşluk (Uzay), süre (Zaman), ruh ve özdek olmak üzere beş temel öğe vardır.
Fizikte ışığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken kırıldığını göstermiştir.
Kimyada basit cisimlerin özelliklerini saptamış, yerçekiminin varlığını tanıtlamak
için deneyler yapmıştır. Razi, meşailiğin büyük düşünürleriyle (özellikle
El Kindi, Farabi, İbni Heysem, İbni Hazm) olduğu kadar mûtezilenin büyük
düşünürleriyle de (özellikle [sayfa 132] Cahiz, İbni Keyyal) kıyasıya çatıştığı için
yalnız kalmış ve İslam felsefesinde bir gelenek kuramamıştır. Bundan sonra
İslam felsefesinde, gene eski Yunan’da olduğu gibi, Platon ve Aristoteles etkileri
egemen olmuştur. İslam felsefesinin iki büyük okulu, meşaiyye ve işrakiyye
bu etkilerle oluşmuştur. Meşailik Platon, Aristoteles uzlaştırılması, İşrakilik
Platon tasavvuf uzlaştırılmasıdır. Bu arada İslam disiplini, Cabir İbni Hayyan
gibi çok büyük bir hekim düşünür yetiştirmiştir ki kimya biliminin babası sayılır.
Cabir, bilginin duyularla elde edildiğini ve daha sonra derece derece ussal
bilgiye erişildiğini ilerisürmüştür. Hayvan’dan insana yükselişi, karanlık (Ar.
Zulmani)’tan ışık (Ar. Nurani)’a çıkış olarak niteler ki bunda ışıkçılığın ilk izleri
görülmektedir. Cabir’e göre bilgi elde etmek için görünenden görünmeyene
doğru uslamlama ve yorumlama (Ar. Al istinbat) yoluyla yürümek gerekir. İslamsal
Aristoculuk, meşaiye okulunda özellikle Farabi (870-950) ve İbni Sina
(980 -1037)’yla gelişmiştir. Farabi, Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik
oluşturuyor. Aristoteles’i, Plotinos’un da yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaya
çalışmaktadır. Ne var ki böylesine bir uzlaştırmayla yetinmemektedir,
İslam dinini de bilimle uzlaştırması gerekmektedir. Din (Ar. Şeriat)’le özgür
felsefe (Ar. Hikmet)’nin ve kimi yerde de gizemsel bilgi (Ar. Marifet)’nin uzlaştırılması
hemen bütün İslam düşünürlerinin başlıca uğraşıdır.

Yüzümüzü ister batıya, ister doğuya, ister kuzeye; ister güneye çevirelim,
karşımızda daha bir süre hep Aristoteles’le Platon’u göreceğiz. TürkistanFarabi
de Aristotelesçidir. Bu yüzden kendisine ikinci öğretmen (Muallim-i Sani)
denilmektedir. Farabi, bir Türk düşünürüdür. Türkistan’ın Farab kentinde
doğmuştur. Asker çocuğudur. İlk öğrenimini yurdunda, yüksek öğrenimini
Bağdat’ta yapmıştır. Önceleri Türkistan’da kadılık yaptı, sonra kendini büsbütün
felsefeye verdi. Anadili olan Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve
Yunanca biliyordu. Hekim, metafizikçi ve müzikçiydi. Yüzden çok kitap yazmış;
Aristoteles, Platon, Zenon gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış, bunların
görüşlerine kendi görüşlerini katmıştır.

Uyun-ül-Mesail adlı kitabında, kişiyi erdemli kılan, Tanrı’dır, diyor Farabi,
her işte başarı ancak Tanrı’nın eliyle olur. Tanrı’nın bağışı (inayet-i ilahiye) her
şeyi kuşatır, herkesle bitişiktir. Her olan şeyin nedeni kaderdir. Kötülüklerin de
nedeni kaderdir (Tanrı istemeseydi kötülük olmazdı). Kötülükler ilinek (araz)
olarak iyidirler. Çünkü kötülükler olmasa iyilikler de olmazdı.

Farabi’nin düşünce sisteminde törebilimin (ahlak ilmi) önemli bir yeri
yoktur. Farabi doğrudan doğruya töreden söz açmamış, töreyi işlememiştir.
Ancak Aristoteles’in töresini yorumlarken kendi düşüncelerini de katmak is
temiş, karışık, açık seçik olmayan sözler etmiştir. Örneğin, öğretim (tedris, talim)
yoluyla eğitim (terbiye, tehzip) yolunu birleştirmiş, her gerçek öğretimin
bir eğitim olduğunu ya da her eğitim için bir öğretim gerektiğini söylemiştir
(bu konuda’ çok aydınlık olan Sokrates’i hatırlayınız).

Âra-yi ehl-i Medine-tül-Fazıla adlı kitabında da bir başkanın erdemlerini
saymıştır. Farabi’ye göre, başkanlık edecek kişide şu erdemler bulunmalıdır:
Organları [sayfa 133] tam olmalıdır, anlayışlı olmalıdır, belleği (hafızası) güçlü olmalıdır,
akıllı ve ince görüşlü olmalıdır, güzel konuşur olmalıdır, öğrenmeye
gönüllü olmalıdır; yiyeceğe, içeceğe, eğlenceye tutkun olmamalıdır; doğruluğu
sevmeli ve yalancılıktan tiksinmelidir. Nefsini yüksek tutmalı ve kendisinden
kuşkulandıracak şeylerden çekinmelidir, dindar olmalı ve dünya kaygılarında
gözü bulunmamalıdır, tüzesever (adaletli) olmalı ve kötülük yapmaktan
çekinmelidir, işinde ayak diremeli ve dilekli olmalıdır.

Görüldüğü gibi Farabi’nin erdemleri, Müslümanlığın erdemleridir. Oysa Farabi
bütün bu erdemlerin bir kişide toplanamayacağını da düşünmüş olmalı
ki, sözlerini şöyle bitiriyor: Bu erdemler tek kişide bulunmazsa, birkaçı birinde,
birkaçı da ötekinde bulunursa, o iki kişi başkan olur. Eğer bu erdemler üç
kişide bulunursa o üç kişi başkan olur. Bu erdemler için daha çok kişi gerekiyorsa
o kadar kişi başkan olur.

Farabi, bu hoşgörüsüyle, başkanlığın kapılarını on iki kişiye kadar açmış
demektir. Kişiyi erdemli kılan, Tanrı’dır düşüncesine uygun olarak organları
tam bulunmak, belleği güçlü olmak gibi tanrı vergisi nitelikleri de erdem
saymıştır. Oysa tek kollu doğmuş bir kişinin, nasıl bir öğretim ya da eğitimle,
ikinci bir kol edinebileceğini söylememiştir.

Farabi toplumcudur. Kişinin yetkinliğe erişebilmesi için pek çok şeyler gereklidir,
diyor. Kişi, tek başına, bu şeylerin tümüne birden erişemez. Toplum,
kişilerden birinin eksiğini ötekiyle tamamlar. Yetkinliğe erişmek gücü, insana
doğarken verilmiştir. Oysa birçok insanlar bir araya toplanıp her biri ötekinin
ihtiyacını hazırlamak suretiyle birbirlerine yardım etmedikçe, insan, tek başına,
bu yetkinliği elde edemez.

En yüksek iyilik, en büyük yetkinlik ancak kentte (şehirde) yaşamakla elde
edilir, kentten aşağı bir toplulukta elde edilemez. Erdem, yardımlaşmadır. İnsanlar,
kötülükler için de yardımlaşabilirler. Ama gerçek mutluluğa ulaştıracak
şeylerde , yardımlaşan kent, erdemli kenttir. Mutluluğa ulaşmak için yardımlaşan
toplum, erdemli toplumdur. Bütün kasaba ve kentleri mutluluğa erdirmek
için yardımlaşan ulus, erdemli ulustur. Bunun gibi, bütün uluslar, mutluluğa
varmak için birbirlerine yardım ederlerse yeryüzü, erdemli bir yeryüzü olur.
Erdemli kent, bütün organları tam olan bir bedene benzer. O bedenin bütün
organları, yaşamak için, nasıl birbirlerine yardım etmek zorundaysalar, kentlerin
bütün kişileri de, mutlu olmak için birbirlerine yardım etmek zorundadırlar.
Bedenin organları çeşitlidir, görevleri ve güçleri başkadır. Oysa içlerinde
bir organ vardır ki onlara başkanlık eder. Bu başkan, yürek’tir. Görevleri başkana
yardım etmek olan başka organlar vardır, bunlar en yakın yardımcılardır,
başkanın işini kolaylaştırırlar. Bu ikinci organlar, görevlerini başkanın amacı
na uygun olarak yaparlar. Üçüncü organlar da görevlerini, ikinci organların
amaçlarına uygun olarak yapmaktadırlar. Böylelikle aşağı doğru inerek sadece
hizmet eden, amacı bulunmayan ve kimseye başkanlık etmeyen organlara
kadar varılır. Toplum da böyledir, böyle işlemelidir.

Kişiler, bütün davranışlarında, ya iyi bir şeyle ya da kötü bir şeyle karşılaşırlar.
Kişi, yararlanmasını bilirse, iyiden olduğu kadar kötüden de yararlanabilir.
İyi olana [sayfa 134] ya uyar, ya uymaya çalışır, ya da o şeyin iyiliğini görerek on
uymak için uygun bir fırsat bekler. Kötü olandan da ya kaçınmaya uğraşır, ya
kötülük kendindeyse kendinden atmaya çabalar, ya da kurtulmayı başarmak
için onu kendinden atıncaya kadar başkalarından örnek almaya çalışır.

İnsanlar için ceza ve armağan gereklidir. Ancak her ikisi de niyete göre gerekli
olur (Abaelardus, dört yüzyıl sonra, XII. yüzyılda aynı sözü söyleyecektir).
İnsanın niyeti tanrı bilgisiyle, tanrı sevgisiyle düzelir. İnsan, tanrının ve peygamberinin
yolunda yürürse niyetinde iyilik; işlediği işlerde , doğruluk olur.

Farabi, bir yandan Aristoteles’le uğraşadursun, öbür yandan da kimini
açıkça söyleyip kimini ancak sezdirdiği düşünceleriyle gelecek yüzyıllarda
yaşayacak olan birçok büyük düşünürlere öncülük etmiştir. Birtakım düşünceleri
açıkça gülünç ve günümüz düşüncesine aykırı bulunmakla beraber,
düşünce sistemi incelenince, şaşırtıcı bir genişlik görülmektedir. Geniş çapta
bir insancılık (humanisme), dünya devleti düşüncesi, Machiavelli’den yedi
yüzyıl önce bir insanları yönetme sanatı, bir siyaset bilimi, Darwinciliğin ilk
tohumları, Hobbes’un düşünceleri, Rosseau’dan yüzyıllarca önce bir toplumsal
sözleşme (contrat social) eğilimi Farabi’yi bir hayli yüceltiyor. Kendinden
sonra gelen düşünürler ondan çok yararlanmışlardır.

Farabi’nin karanlık bıraktığı töre düşüncesini, ünlü öğrencisi İbn-i Miskeveyh
aydınlığa çıkarmıştır. İbn-i Miskeveyh’e göre, eğitim önce, öğretim sonra
gelmelidir. Bir başka deyişle, uygulanış (ameliye) önce, kuram (nazariye)
sonra yapılmalıdır. Töre, bilimden önce gelir. Bilgin olmak için her şeyden önce
erdemli olmalıdır. Erdemli olmak için bilmek yetmez, uygulamak gerekir.
Gerçek bilim ancak erdemi uygulayanda bulunur.

İbni Sina da görgücülükle usçuluğu bağdaştırıyor ve bu bağdaştırma işinde
doğabilimsel İslam felsefesinin kurucusu Razi’yle Farabi’ den yararlanıyor. Ne
var ki İbni Sina bu görgücü-usçu (Fr. Empirico-rationaliste) alandan usaaykırıcı
(Fr. Irrationaliste) bir alana kaymakta ve Meşailikten işrakiliğe geçmektedir.
Bilimleri de şöyle sınıflandırmaktadır: 1. Özdeğine bağlı biçimlerin bilimi, ki
doğa bilimleridir. İbni Sina bunlara aşağı bilimler (Ar: Al-ilm-ül-esfel) diyor; 2.
Özdeğinden tümüyle ayrılmış biçimlerin bilimi, ki metafizik ve mantıktır, İbni
Sina bunlara yüksek bilimler (Ar. Al-ilm-ül-ali) diyor; 3. Özdeğinden ancak zihinde
ayrılan bilimler, ki matematiksel bilimlerdir; İbni Sina bunlara orta bilimler
(Ar. Al-ilm-ül-avsat) diyor. İbni Sina, tüm bilgilerimizin sezgiyle elde edilen
açık ilkelerden çıkarsama (Ar. Al-istintaç) yoluyla oluştuğu kanısındadır. Bilgi
sürecinin duyum ve algıyla başladığını kabul etmekle beraber gerçek bilginin
ussal olduğunu ilerisürüyor. İbni Sina, çağını pek aşan bir görüşle cisimlerin
kendi iç güçleriyle devindiğini savunuyor. Bu iç güçe özgüç (Fr. Autodynamis
me) anlamında Ar. Al-kuvvet al-nefsiye demektedir. İ. H. İzmirli, İbni Sina’nın,
Batı skolastiğinden çok önce, varlıkbilimsel kanıt (Fr. Preuve ontologique)’ı
ilk ilerisüren düşünür olduğunu söylemektedir. İslam felsefesinde İbni Sina,
meşailikten işrakiliğe kol atmış bir düşünür olmakla beraber, başlıbaşına bir
okuldur. El Cüzcani, Behmenyar, İbni Zeyle, Ebu Abdullah Masumi, Meymun
bin Necib al-Vasıti, ünlü ozan Ömer Hayyam, Ebül Maali, Ebül Abbas [sayfa 135]
Zevkeri, Abdürrezzak et-Türki gibi ünlü düşünürler İbni Sina Okulu’ndan sayılırlar.
Fahrüddin Razi, Nasireddin Tusi Seyyit Şerif Cürcani gibi önemli düşünürlerin
de onun etkisinde oldukları bir gerçektir. İslam felsefesinde iman
felsefesi’nin kurucusu İmam Gazzali (1058-1111)’dir. Meşailiğe hücumlarıyla
ve Eş’ariliği geliştirmesiyle ünlüdür: İslam felsefesinin ilginç, ama en gerici
düşünürlerinden biridir. Denilebilir ki felsefe, onun ve onun güçlendirdiği
Eş’arilik yüzünden Arap yarımadasından Batı’ya göçetmek zorunda kalmıştır.
Tüm felsefe ve filozoflara düşman olan Gazzali gerçekten çok ilginç şeyler
söylemektedir: Örneğin, tanrının varlığını kanıtlamak için metafizikçilerin
ilerisürdükleri tüm kanıtlar saçmadır diyor, çünkü bu kanıtların tümü fizikseldir
(örneğin ilk kımıldatıcı kanıtı gibi), oysa metafizik fizikle açıklanamaz,
özdekçiler ve doğabilimciler kendi sistemlerinde metafizikçilerden çok daha
tutarlıdırlar. Göksel ruhun tikel varlıklara yayıldığı savı saçmadır diyor, çünkü
bu doğayla tanrı arasında bir akım kurmak olur ki hem din anlayışına,
hem de doğabilim anlayışına aykırıdır. Platon’la Farabi’ye karşı çıkarak, tanrı
tümelleri bilirmiş de tikelleri bilmezmiş diyor, bunu ilerisürmek tanrıyı yadsımaktır.
Gazzali’nin ve Eş’ariliğin gerici ve ezici baskısı yüzünden Batı’ya göçeden
İslam felsefesi (Meşşaiyye) Endülüs Arapları arasında özellikle İbni Bacce
(Ölümü: 1138) ve İbni Rüşd (1126-1198) taraflarından sürdürülmüştür: İbni
Bacce, özellikle Ar. Mütevahhid (yalnızmışçasına yaşayan insan) adını verdiği
birbaşınalık kuramıyla ünlüdür. Kendisini böylesine yalnızlaştıran insanın (ki
bu yalnızlaştırma gerçekte değil, düşünsel olarak yapılacaktır) kötülüklerden
arınarak akl-al faal (tanrı)’la birleşebileceği kanısındadır. Bu konuda yazdığı
yapıt bir hükümetin yönetimini tasarımlar. Örneğin bu yetkin yönetimde ne
hekimler ne de hakimler (yargıçlar, kadılar) bulunmayacaktır, çünkü her ikisi
de yetkin yönetim sayesinde gereksiz olacaktır. Antikçağ Yunan felsefesi,
bu İslam düşünürlerince Batı’ya tanıtılmıştır. Özellikle İbni Rüşd, XII. yüzyılın
başlarında Michael Scott tarafından Latinceye çevrilince büyük coşkunluk ve,
hayranlık uyandırmıştır. İngiliz düşünürü Bertrand Russel, Felsefe Tarihi’nde
şöyle der: “İbni Rüşd, İslam felsefesinden çok Hıristiyan felsefesi için önemlidir.
O, İslam felsefesi için ölü bir sondu, Hıristiyan felsefesi içinse bir başlangıç
olmuştur”.

Batılılar, İspanya Araplarından İbni Rüşd’e Averroés ve onun Aristotelesçi
öğretisine de Averroisme derler. Batı, Yunan felsefesini ve özellikle Aristoculuğu
İbni Rüşd’ten öğrenmiştir. İbni Rüşd, Aristoteles öğelerini Farabi ve İbni
Sina’dan almakla beraber, onlardan ayrılarak Aristoteles’in özdekçi yanını işlemiştir.
Bu yüzdendir ki İbni Rüşd öğretisi, XII. yüzyılda, Hıristiyanlığa aykırı
bulunarak suçlanmış ve yasaklanmıştır. Örneğin Hollandalı düşünür Herman
van Riswik, İbni’ Rüşdçülüğünden ötürü 1512’de yakılmıştır. İbni Rüşdçülüğün
Batı’daki en büyük ve verimli ürünü Roger Bacon’dur. İbni Rüşd’e göre
ruh ölümlüdür, nedeni olan her şey zorunludur ve bundan ötürü tanrı da bir
zorunluluğa bağlıdır. Biçimler özdeğin içinde gizlidirler ve tanrılık etkiyi gerektirmeksizin
birbirlerinin içinden çıkarak varolurlar. Bundan ötürü de yoktan
yaratma söz konusu olamaz, söz konusu olabilen gizliden açığa ilksiz-sonsuz
ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz [sayfa 136] bir süreçtir. Görüldüğü
gibi bütün bu varsayımlar, kökleri Aristoteles’te bulunan, tüm özdekçi varsayımlardır.
İbni Rüşdçülük, birçok bakımlardan Hıristiyan kilisesiyle çatışmaktadır.
Evren ilksiz ve sonsuzdur (Hıristiyanlığa göre evrenin başı ve sonu vardır,
yaratılmıştır ve yok olacaktır), yokluk diye bir şey yoktur (Hıristiyanlığa göre
tanrı evreni yoktan varetmiştir), ruh bedenle birlikte ,göçüp gider (Hıristiyanlığa
göre ruh ölümsüzdür), tanrının bağışı insanı ölümsüz kılamaz (Hıristiyanlığa
göre insanı tanrının bağışı kurtarır ve ölümsüz kılar), insan usu tanrıyla
aynı şeydir (Hıristiyanlığa göre insan tanrının yaratığıdır, eksiktir ve suçludur,
aşağılanmıştır ve düşmüştür, bu yüzden de usuyla kendini kurtaramaz ve ancak
tanrının bağışını dileyebilir).

Bu arada İslam felsefesi disiplini içinde birtakım Yahudi düşünürler de yetişmiştir
ki bunların en başında İbni Cebirol (Fransızlar Avencebrol diyorlar)
gelir. Kamutanrıcıdır. Bir başkası İbni Me’mun (1135-1204, Fransızlar Maimonide
diyorlar)’dur.

Işıkçılığın kurucusu Şahabettin Sühreverdi (1153-1191)’dir, öteki
Sühreverdi’lerden ayırmak için, Öldürülmüş (Maktul) Sühreverdi adıyla anılmaktadır.
Henüz otuz üç yaşındayken, Halep’te, bilgisini kıskananların dinsizlikle
suçlamaları yüzünden, Selahattin Eyyubi’nin buyruğuyla öldürülmüştür.
Arap ve Acem olmadığı kesinlikle bilinmekte, Türk soyundan geldiği sanılmaktadır.
Çevresinde saygı ve kıskançlık uyandıran taşkın bir düşünce gücü
vardı. Genç Sühreverdi, Işık düşüncesinde Platon’la Tasavvufu birleştiriyor.
Gerçekte o da Tasavvuf yolunun yolcularındandır. Ama, Bâtınîler gibi, sözcüklerin
gizli anlamlarını aramıyor. O, bir düşünce adamıdır. Gerçeğe, sözcük yorumlayarak
değil, düşüncesini yoğunlaştırarak varmaya çalışmaktadır. Bunun
için de, Tasavvufun sadece yönteminden yararlanıyor (Mükaşefe yöntemi).
Ona göre felsefe, bir sezgi işidir (İlham vahi, hads). Felsefe yapmak, peygamberlik
yapmak demektir. İnsan, özvarlığını (Nefsini) eğiterek, yavaş yavaş ve
basamak basamak Işığa doğru yükselir. İnsan Işığa yaklaştıkça, Işığın aydınlığı
artar. Sezgi yoluna bir kez girildi mi, gittikçe güçlenir insan. Her basamağın
aydınlığı, insanı, bir yukardaki basamağın aydınlığına çeker. Böylelikle, Işıklar
Işığı’nın (Nur-ül-envar, Tanrı) her anlamı kapsayan büyük aydınlığına ulaşılır.
Gerçek felsefe, mantık oyunlarına başvurmak değil, böylesine bir sezgi
merdivenine tırmanabilmektir. Anlamlar alemi (Alem-i mana), sözcüklerle
anlatılamaz ve mantık oyunlarıyla tanıtlanamaz. İnsanlar, ona, bir başlarına
ulaşabilirler. Felsefe, onlara, sadece bu yolu göstermekte yardımcı olabilir.
İşte, Şahabettin Sühreverdi, Işık Heykelleri (El heyakilün-nur) adlı yapıtında bu
yolları göstermektedir. Sühreverdi’ye göre ruh ve beden diye bir ayrılık yoktur,
bunlar aynı şeydir. Bütün cisimler gibi beden de yoğun bir karanlıktır. Bu karanlık,
Işığa doğru yükseldikçe yoğunluğu erimeye başlar. Sonunda büsbütün
aydınlanır, Işık alemine girer. Bedenler ruh ayrılığı, sanıldığı gibi, bir öz ayrılığı
değil, bir derece ayrılığıdır.

Sühreverdi, düşüncesinin bu çizgisinde kişiliğini ortaya koymakta,
Platon’dan ayrılmaktadır. Platon’a göre cisimler gerçek varlıklar değildir,
gerçek olan o cisimlerin ideleridir (soyut kavramlarıdır). Sühreverdi’ye göre
ruhlar da, cisimler de [sayfa 137] gerçektirler. Bunların arasında özde bir ayrılık
yoktur. Ruh, tasarlanmış bir kavram, bir ide değil; cismin aydınlanmasıdır.

Sühreverdi, düşüncesinin , bu çizgisinde, Zerdüşt’ten de ayrılmaktadır.
Sühreverdi’ye göre karanlıkla ışık, bir karşıtlık değildir ki aralarında kavga olsun.
Karanlık, ışıktan gelmiştir, ışığa dönecektir. Bu, bir zorunluluktur. Kişi, öz
varlığını eğiterek, her zaman ışıklanabilir, ruhlaşabilir. Ruh, bedenin eğitilmişidir.
Yirminci yaşımız, yirminci yaşa vardığından ötürü onuncu yaşımızı ortada
bulamaz ki onunla kavgaya tutuşsun. Zerdüşt’e göre karanlık, ışıktan koptuğu
halde, aynı özden gelen bir düşmandı. Evrense ışıkla karanlığın savaş alanıydı.
İnsanlar, bu savaşa, ışığa yardımcı olarak katılmalıydılar.

Ak sakallı budalalar, genç düşünürümüzü buralardan yakalayıp fitnelemiş
olsalar gerektir. Oysa açık kapı bırakmamak için elinden geleni yapmaktadır.
Işık Heykelleri adlı yapıtında (heykel, Arapça’da kalıp, kılık, görünüş anlamlarına
da gelmektedir) sezgi yöntemini bir yana bırakarak, ışıklar ışığının bambaşka
bir ışık olduğunu, öteki felsefelerin tuttukları mantık ’yolundan tanıtlamaya
çalışıyor: Hayvansal ruh, tanrısal ruhtan başkadır. İnsan ruhu, tanrısal
ışıklardan biridir. Doğuşu tanrıdan olduğu gibi, batışı da tanrıyadır. Kimileri,
insan ruhunun cisim olmadığını anlayınca, bu ruhun tanrı olabileceğini sanmakla
sapıklık uçurumuna düşerler. Oysa tanrı birdir. Ahmet’le Mehmet’in
ruhları bir olsaydı, birinin bildiğini ötekinin de bilmesi gerekirdi. Böyle olunca,
bir insanın bildiğini bütün insanlar da bilirdi. Kimileri de bu ruhun, tanrının bir
parçası olduğunu sanırlar. Bu da sapıklıktır. Tanrının cisim olmadığı kesin bulunduğuna
göre, cisim olmayan bir şey nasıl parçalanabilir, nasıl bölünebilir?
Kimileri de bunun öncesiz olduğu kuruntusuna kapılırlar. Böyle olsaydı, onu
ışık ve kutsallık aleminden ayrıla rak karanlık ve ölüm alemine inmeye kim
zorlayabilirdi? Bir fitil, bir ateşten tutuşur. Ama o fitili tutuşturmakla o ateşten
hiçbir şey eksilmez (Nur Heykelleri, Saffet Yetkin çevirisi, 1963 baskısı, s. 1011).

Burada görüldüğü gibi, genç düşünürümüz tuttuğu yoldan ayrılarak Bâtınî
tasavvufun açıkça söylediği gibi, evrende her şey, bir şeydir (vahdet-i vücut),
diyemiyor. İlk düşüncelerinde birleştirmeye yüz tuttuğu maddeyle ruhu yeniden
ayırıyor. Madde, öz olarak, karanlıktır. Işıklar ışığı (Tanrı), onu parlatıyor,
ruhlandırıyor. Oysa bu ruh, o yüce ışığın ışığı değildir, sadece parlatmış olmasıdır.
İnsanda parlayan ışık-ruhla, onu parlatan ışıklar ışığı-ruh arasında hiçbir
ilgi yoktur. Başka bir deyişle, parlatan sadece parlatmıştır, kendinden bir şey
vermemiştir. Maddeler, ışıklar ışığına yaklaştıkça aydınlanırlar, ruhlaşırlar, gerçeğe
ulaşırlar.

İyi ama, ulaştıkları gerçek nedir? Bu gerçek, hiç değilse Bâtınîlerin varlık
birliği gerçeği gibi, yeni bir gerçek olmadığına göre bu kadar çaba nedendi?
Parlatan ışığın bambaşka bir ışık olduğunu kutsal kitaplar da söylemiyorlar
mıydı?

Sühreverdi’de, Platon’da olduğu gibi, bir şiir tadı var. Bu şiir tadına, çok daha
sonra, XVI. yüzyılda, Bruno’da da rastlıyoruz. Gerçekten de bu üç önemli
düşünür aynı yoldadırlar: Uçsuz bucaksız bir öncesizlik ve sonrasızlık düşüncesi.

Sonsuz bir aydınlık düşünün. Öylesine derin, öylesine geniş bir boşluk ve
pembelik. Bu aydınlıkta, gittikçe büyüyen, bir karaltı beliriyor. Bu karaltı, kendini
etkiliyor, [sayfa 138] çoğaltıyor. Sonsuz boşluktaki karaltı, o ana kadar uyumakta
olan mekanı; sonsuz boşluktaki büyüme, o ana kadar uyumakta olan
zamanı uyandırıyor. Bu karaltının gelişen bir derecesinde, büyük aydınlıktan
gelen bir ışınla, aydınlanma ve kımıltı başlıyor. İşte insana kadar sürüpgelen
aydınlık ve kımıltı…

Aydınlandıkça artan aydınlanabilme gücü, güçlendikçe zorunlu olarak
artan aydınlık. Aydınlananlar, hem ilk parlayışı, hem de birbirlerini aydınlatmaya
başlıyorlar. Boşluğun içindeki doluluk, gittikçe artan bir hızla büyüyor,
yükseliyor, kaplıyor. Evren, oluşmaktadır: Bilinç, etkileyerek ve etkilenerek,
yayılmaktadır. Bu başdöndürücü gidişin sonunda, zorunlu olarak, yeni bir karaltıyı
doğuracak olan tüm aydınlanma var. Yepyeni bir boşluk ve yepyeni bir
aydınlık. Öylesine yeni, taze, pırıl pırıl bir boşluk ve pembelik, zamansız, mekansız,
maddesiz.

Oysa hikayemiz gene de bitmiyor. Sonsuz aydınlığa yepyeni bir karaltı düşmek
üzeredir.

Bugün kafamızda bulunan akıl, en az yüz bin yıldan beri gelişe gelişe oluşmuş
bir akıldır. Bu aklı ana babalarımızdan böylesine yetkinleşmiş olarak alıyoruz.
Yüz bin yıllık maddesel gelişmeyle yüz bin yıllık bilginin onardığı bu
akıl, çağdaş akıldır. Gelin, bir oyun oynayalım. Öyle bir akıl düşünelim ki, ne
yüz bin yıllık maddesel gelişmeden, ne de yüz bin yıllık bilgiden yararlanmış
olsun. İnsansız , bir adada kendi kendine doğmuş bir akıl… Bu akıl, tanrılık
düşünceye varabilir mi?

İspanya Araplarından İbni Tufeyl (Ölümü: 1185. Fransızlar Abentofal diyorlar)
Tanrının oğlu Hay (Hayy ibn-i Yakazan) adlı ünlü yapıtında, böylesine
bir oyun oynuyor. İbn-i Tufeyl, XII. yüzyılda, Arap yönetimi altında bulunan
Endülüs’te yaşamıştır. Hekim, filozof, ozan ve riyaziyeciydi. Sorumuzu karşılayan
yapıtını roman biçiminde yazdı. Yapıt, XVII. yüzyılda İngilizceye çevrilerek
birçok Batılı yazarları etkiledi. De Foe’nun ünlü Robinson Cruzo’sunu, ondan
etkilenerek yazdığı söylenir. Oysa İbn-i Tufeyl’in de, X’ncu yüzyıl düşünürlerinden
İbn-i Sina’nın Hayy ibn-i Yakazan risalesinden etkilendiği bilinmektedir.
İbn-i Sina’nın da, Huneyn İbn-i İshak’ın (Ölümü: 910) Yunancadan çevirdiği
bir öyküden yararlandığı sanılıyor. Düşünce, bir Helenistik çağ düşüncesini
andırmaktadır.

İbn-i Tufeyl, sorumuzu şöyle karşılamaktadır: Evet, varabilirdi… Hay, Atlas
denizindeki insansız bir adada kendi kendine doğmuş (tenasülü binefsihi) bir
çocuktur. Yavrusu ölmüş bir ceylan, onu alıp emziriyor. Bundan başka, ağaçların
besleyici suları ve olgun yemişleri de var. Küçük Hay, mutludur. Kendisine
analık eden ceylanın peşinden koşarak, becerikliliği öğrenmiştir. Günler
geçtikçe de, kendi başkalığını sezmektedir. Çünkü adada, kendine benzemedikleri
halde ceylâna benzeyen başka hayvanlar da bulunmaktadır. Kendisi
tektir ama, çevresi, birbirine benzeyenlerle birbirlerine benzemeyenlerin
kaynaştığı bir alandır. Küçük Hay, bunlara bakarak, tür düşüncesini ediniyor.
Hayvanların cinsel organlarını çirkin bulmaktadır. Bu yüzden, örtünmek gereğini
duyuyor. Önce yapraklardan, onların kuruyup döküldüklerini görünce de,
daha sanra, sağlamlık düşüncesine vararak, kuş tüylerinden giyitler yapıyor.
Bir değneğin ucunu sivriltmeyi, o değneği çeşitli işlerde kullanmayı öğreniyor.
Hayvanlardan kiminin boynuzları, kiminin güçlü dişleri, [sayfa 139] kiminin hızlı
koşan bacakları var. Bizim Hay de, onların üstünlüklerine karşı, ellerini ve
aletlerini kullanarak üstünlüğünü sağlayacaktır (insan, alet yapan hayvandır,
diyen Marx’ın tanımını hatırlayınız).

Hay’cik, yüz bin yıllık yetkinliği ve bilgileri bulunmayan aklıyla, birtakım
seziler peşinde: Bir şeyi bir yerden alıp öbür yere koyabiliyor. Az önce boş
olan o yer, şimdi kaplanmıştır. Çevresi yer kaplayan şeylerle doludur. Bu şeylerden
çoğu, birbirlerine benzemedikleri halde, yer kapladıklarından ötürü,
aralarında bir ortaklık var. Benzemezler arasında benzerlikler bulunuyor. Bu
benzerlikler, kendisini de, hiçbirine benzemediği halde, bütün çevresindekilere
yaklaştırmaktadır.

Güneşten kavrularak tutuşan odunlar var. Ateş ısıtıcı, aydınlatıcı, içine atılan
balığı pişirerek lezzetlendiricidir. Alevler, niçin göğe doğru yükseliyorlar?
Yukarda, varmak istedikleri bir yer olmalı. Bitkiler de yukarıya ’ doğru büyüyorlar.
Yukarda, bütün cisimleri kendine çeken bir güç olmalı. Yağmur yukardan
yağıyor. Şimşek yukarda çakıyor. Gürültüler yukardan geliyor. Bulutlar
yukarda dolaşıyor. Yukarısı bir hayli önemli.

Bu sırada ceylan ana ölüyor. Hay, yeni bir gerçekle karşılaşmıştır: Ölüm…
Ceylan ana kıpırdamıyor artık. Ağzını açmıyor, bacaklarını sallamıyor, gözlerini
oynatmıyor. Az önce gezip dolaştığı, hareket ettiği halde, şimdi bu bitmişlik
neden? Kendisi de, bacaklarını kıpırdatmadan durabilmektedir, ama sonra
keyfi isteyince gene kıpırdatabiliyor bacaklarını. Ceylan ana da keyfi isteyince
kıpırdatabilir mi yeniden? Hay, onun üstüne atılıyor, çekiştiriyor, tartaklıyor.
Boşuna. Ceylan ana bitmiştir. Öyleyse onu kıpırdatan, işleten güç neydi? Soğumuş
cesedi deşiyor Hay. İçini araştırıyor. Eline sıcak bir yürek geçmiştir.
Bütün bir soğukluk içinde tek sıcak şey. Sonunda bu yürek de soğuyacaktır,
ama en son soğuduğuna göre, en canlı o olmalı. Bu bitmişlikte, bu durmuşlukta
eksilen, yitirilen nedir? Yoksa bu yitirilen şey de, alev gibi, duman gibi,
yukarıya giden bir şey midir?

Kıpırdayabilenler, bir gün, kıpırdamaz olabiliyorlar. Şu halde bütün kıpırdayabilenler
sonludurlar. Ya yukarısı?.. Yukarısı sonsuz mudur? Yukarısının
ancak bir yüzü görünmektedir. Görünen yüz sonludur. Ya görünmeyen yüzde
sonsuzluğa doğru bir uzanış varsa? Hay, göğe iki değnek saplayabildiğini, bu
değneklerin de, göğün görünmeyen yüzüyle birlikte sonsuzluğa doğru uzanabildiklerini
düşlüyor. Oysa bu değneklerden birini kırabilirdi. Sonsuzluğa
gittiklerinden ötürü birbirlerine eşit olmaları gereken bu iki değnekten biri
kırılmakla bu eşitliği bozmaktadır. Başka bir deyişle, öbür uçları sonsuzluğa
gittiğinden ötürü birbirlerine eşit olmaları gereken değnekler, birinin kırılmasıyla,
hem eşit hem de eşit olmayan bir duruma gireceklerdir ki böyle bir durum
düşünülemez, çelişiktir. Şu halde, yerdekiler gibi, göktekilerin de sonlu
olmaları gerekir. Sonsuzluk, kendisinin sonu görememesi değildir. Kendisinin
sonunu göremedikleri de sonludurlar.

Hay, dalları kırıp, yonttuğu değnekleri bıçak gibi kullanarak bir kulübe yapmıştır.
Kendisi olmasaydı, şimdi yer kaplayan şu kulübe de bulunmayacaktı.
Öyleyse, bütün bu yerdekilerin ve göktekilerin, bütün bu sonluların da bir yapıcısı
olmalıdır. O yapıcı olmasaydı, bütün bu sonluların da, şu kulübe gibi,
bulunmamaları gerekirdi. [sayfa 140] Bu yapıcıysa, yaptıkları gibi, sonlu olmamalıdır.
Sonlu olsaydı onun da bir yapıcısı bulunacaktı. İlk yapıcı, zorunlu olarak
sonsuz’dur. Bundan başka, bütün sonluların cisimleri sonunda dökülüp dağılmakta,
son bulmaktadırlar. Şu halde ilk yapıcı, sonsuzluğun zorunluğundan
ötürü, elbet cisimsiz olmalıdır. Sonsuz cisimsiz bu kımıldatıcı, sonlu cisimli
kımıldayanları kımıldatabilmek için onlarla birlikte’dir. İşte ceylan ana, bu birlikteliği
yitirdiği için artık kımıldamaz olmuştur. Öyleyse, bu birlikteliği görebilmek,
bu birlikteliği anlayabilmek için kendi içimize bakmamız gerekir.

Tanrının oğlu Hay, böylelikle, baba’sına kendi içinde ulaşmaktadır. Bir başka
deyişle, babasını kendisinde bulmaktadır. O, hem her yerde bulunan, hem
de hiçbir yerde bulunmayandır.

Salaman’la Absal, tam bu sırada, karşımıza çıkmaktadır. Komşu adayı yöneten,
iki yöneticidirler. Salaman, Kutsal Kitap’ın açık anlamlarıyla toplumu
düzenlemeye çalışmaktadır (zahiri, sünni, şeriatçı). Ab sal, Kutsal Kitap a gizli
anlamlarıyla toplumu düzenlemek düşüncesindedir (Bâtınî, alevi, hakikatçı).
Adalardaki toplumsa, her iki yola da boş vermekte, bildiklerini okumaktadırlar.
Absal’i yabani bir hayvan sanıp avlamaya kalkışan, sonra, kendi türünden
bir canlı olduğunu anlayarak onunla dost olan Hay’se (kendiliğinden akıl),
komşu adanın düzensiz toplumunu yola getirmek için üçüncü bir yolu, kendi
yolunu deneyecektir.

Oysa, üçüncü yolda tutmuyor. İnsanlar, ne türlü olursa olsun, hiçbir yoldan
tanrı düzenine gereği gibi ayak uydurmak istemiyorlar. Bu yollar, kişiyi erdeme
ulaştırmıyorlar. Nitekim, yapıt da, toplumu düzenlemekten umutlarını
kesen Hay’le Absal’in, toplumsal adayı Salaman’ın yönetimine bırakarak ıssız
adaya dönmeleriyle sona ermektedir.

İbn-i Tufeyl’in, öyküsünden çıkardığı sonuç şudur: İnsanlar eşit anlayışta
değildirler. Gerçek, üstün anlayışlı kişiler içindir. Çoğunluk, birtakım biçimler,
yasalar konmadan yönetilemez. Daha açık bir deyişle, çoğunluğa şeriat bilimi
gerekir, hakikat bilimi üstün yaradılışlı bir azınlık içindir.

Hay (kendiliğinden akıl), Salaman’ın şeriat bilimindeki, iki gereğin gerek
çelerini uygun bulmamaktadır (İbn-i Tufeyl’e göre, Hay’in vardığı sonuç, ilke
bakımından, şeriata uygundur. Hay, şeriatı beğenmiştir). Gerekçelerine akıl
erdiremediği gerekler şunlardır:

  1. Apaçık gerçek dururken, niçin birtakım gizlemelere gidilmiştir? Örneğin,
    yeryüzünde, insanların birbirleriyle dövüşerek asla geçemeyecekleri gerçek
    köprüler varken Sırat köprüsü gibi bir öte dünya köprüsünü ortaya atmak
    neden? Erdemsizlerin birbirlerine verecekleri acı, cehennem ateşinden daha
    mı az ürkütücü?
  2. Din, mal edinilerek eşitsizliğin doğmasına izin verdiği halde zekat yasasını
    koyarak, kendi yarattığı kötülükle gene kendisi uğraşmak gibi bir çelişmeye
    niçin düşmüştür?
    İbn-i Tufeyl, şeriatın bu soruları karşılamadığı görüşündedir.

Işıkçılık (İşrakiyye) okulu XIII. yüzyılda yaşamış olan Şemsüddin Şehrizori,
İbni Kemmune, Kutbüddin Şirazi gibi düşünürlerce sürdürülmüş ve daha
sonra bir [sayfa 141] tarikat halinde örgütlenerek, özellikle İran’da, günümüze
kadar sürüpgelmiştir. Sühreverdi, bu tarikat bağlılarına Şeyh-ül-işrak adıyla
anılır. Bu arada İslam disiplini Abdüllatif Bağdadi (Ölümü: 1231), Ebül Berekat
Bağdadi (1076-1166), İbni Haldun (1332-1406) gibi bağımsız düşünürler
de yetiştirmiştir. Bunların arasında İbni Haldun çok önemlidir. Özellikle tarih
alanında olayları anlatmak yerine, olayları düşünmek gerektiğini ilerisüren
bu düşünür tarihsel olaylar’ın yerine tarihsel nedenler’i koymakla tarih felsefesinin
temellerini atmış oldu. Bugün, birçok Batılılar, onda, Vico’nun, Spenglerin,
Montesquieu’ nün, Rousseau’nun, Sorel’in, Malthus’ün, Machiavelli’nin,
Darwin’in, Nietzsche’nin düşünce tohumlarını buluyorlar. İbni Haldun, önce,
evrensel değişme’yi sezdi: Tarih bilimiyle uğraşanları yanıltan, ulusların hal
ve durumlarının, günlerin ve yüzyılların geçmesiyle değişmekte olduklarını
unutmaktır. Bu değişme, Yüce Tanrı’nın bütün varlıklar için koyduğu bir yasadır
(Mukaddime, Zakir Kadiri Ugan çevirisi, 1954 baskısı, I. cilt, s. 70-71). İbni
Haldun, sonra, evrensel evrim’i yakaladı: Biz, varlıkları birbirine bağlı olarak
görüyor ve varlıkların birinden ötekine geçişini, yetkin bir düzen içinde, izliyoruz.
Maddelerden her biri, aşağıdan yukarıya doğru yükseldiği ya da yukarıdan
aşağıya doğru alçaldığı zaman, kendisine yakın olan maddenin biçim ve
kalıbına girmektedir. Yukarıya doğru yükselen madde, kendisinden aşağıda
olan maddeden daha hafiftir. Bu hal, yıldızlar alemine çıkıncaya kadar sürer.
Varlıklara bak. Varlıkların, madenlerden başlayarak, yavaş yavaş ve tabaka tabaka
biçimlenmiş olduğunu görürsün. Maden, bitki ve hayvanların ana maddeleri
ortaktır. Madenin en yükseği bitkinin en aşağısına bitişiktir. Örneğin,
tohumsuz yetişen maden tohumsuz türeyen sebzelerle, hurma ve üzüm gibi
bitkiler inci sedefiyle kabuklu sümüklüböcek gibi hayvanlara yakındır ve onların
biçim ve kalıplarına girebilecek durumdadır. Bu gelişme, en aşağıdan
başlayarak, maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçip insana kadar yükselmiştir.
İnsanın en aşağısı, işte bu hayvanlardan başlamıştır. Benim gördüğüm
budur. Doğrusunu Tanrı bilir (Mukaddime, aynı çeviri, I. cilt, s. 241-247). İbni
Haldun, toplumsallık zorunluğu’nu da anlamıştır: Toplumsal yaşayış, insanlar
için zorunluktur. İnsan, yaşamak için, yaşama gereçlerini sağlamak zorundadır.
Bu gereçleri tek başına sağlayamaz. Bir buğday tanesinin un olabilmesi,
çeşitli hüner ve zenaatleri gerektirir. Üretim, üretime yetecek kişilerin bir araya
toplanmalarıyla olur. Korunmak da öyle (Mukaddime, aynı çeviri, I. cilt, s.
106-112). İbni Haldun, toplumsal olayların tüm kökünü ekonomik temelde
ve üretim araçlarında görmektedir. Ona göre, ruhumuzu oluşturan da ekonomik
koşullardır: Her kazanç ve mal, emek harcayarak elde edilir. Maden,
bitki ve hayvanlardan sağlanan kazanç da insan emeğinin ürünüdür. İnsanların
çalışarak elde ettikleri para ve mal, ziraat ve sanayide harcadıkları emeğin
değerinden ibarettir. Pazarlarda satın alınan buğdayda iş ve emeğin değeri
açıkça görülmez. Oysa, buğdayın değeri, onu elde etmek için harcanan iş ve
emeğin değeridir. Kazma vurulmamış kuyudan su çıktığını gördün mü hiç?
Doğrusunu Tanrı bilir (Mukaddime, aynı çeviri, ikinci cilt, s. 349-355). Hüner
ve sanayiin gelişmesi, toplumsaI gelişmenin başında gelir (II. cilt, s. 402). Bu
gelişme, insanı düşünsel bilgilerle uğraşmaya yöneltir (s. 403). Ancak bu gelişmenin
[sayfa 142] sonunda, toplumun çürüyüp dağılması da bir zorunluktur. İbni
Haldun’a göre Çoban toplumlardan Çiftçi toplumlara, Çiftçi toplumlardan da
Sanayi toplumlarına geçilir. Sanayi toplumuna geçiş, bir gelişmenin sonucu
olduğu kadar, bir çöküntünün de nedenidir. Çünkü toplumlar, artık Çobanlık
günlerindeki güçlerini yitirmeye, bolluğun ve rahatlığın içinde gevşeyip çürümeye
başlamışlardı. Toplumların ömrü de, insanların ömrü gibidir. İhtiyarlık
ve ölüm, önlenmesi ve giderilmesi mümkün olmayan bir hastalıktır II. cilt,

  1. 104). Tarihsel zorunluğunu yaşayan her toplum, kent yaşayışına girip sanayileştikten
    sonra kocayacak ve ölecektir. Bu sonuç önlenemez. Toplumun
    çöküntüsü iki alanda başlar: Bil ki, devlet iki temel üstüne kurulur. Bu temellerden
    biri ordu, öteki paradır. Bozgunluk bu iki temelin sarsılmasıyla belirir
    (II cilt, s. 107). Devlet yıkılmaya yaklaştığında vergiler artar. Vergilerin artması
    da devletin yoksulluğunu önleyemez. Böyle bir durumda, kazanmaktan umut
    kesilmiş olacağından, pazarlardaki alışveriş durur. Çöküntü, işler tümüyle çığırından
    çıkmcaya kadar devam eder (II cilt, s. 68). İbni Haldun, İlmi Umran
    adını verdiği Sosyoloji biliminin de kurucusu sayılmaktadır. Toplumbilimsel
    düşüncenin ilk izlerine Aristoteles’le Farabi’de rastlanıyor. Ama onu bir bilim
    olarak ilerisüren, derinleştiren ve ona bilimsel bir bağımsızlık kazandıran
    kesinlikle İbni Haldun’dur. Şöyle diyor: Bil ki, birinci kitapta inceleyeceğimiz
    kural ve yöntemler benim icad ettiğim yeni bir bilim olup, yararı çok büyüktür.
    Ben bu araştırma yöntemini, derin araştırma ve incelemelerden sonra
    buldum. Başımın sağlığına and içerim ki, Tanrı’nın kullarından hiçbirinin bu
    konuda söz söylemiş olduğunu bilmiyorum. Bu konu kendi başına ayrı bir
    bilim gibidir. Çünkü her bilimin kendine özgü bir konusu vardır. İncelediğim
    konu, yeryüzünde toplumlar halinde yaşayan insanların toplumsallık kural ve
    yasalarıdır. Bunlar doğal yasalar ve kurallardır (I. cilt, s. 9-96).
    İbni Haldun, toplumbilim’e (kendi deyimiyle ilmi umrân’a) tarih felsefesi
    yoluyla varıyor. Amacı, tarihçileri eleştirmek ve onların niçin yanıldıklarını
    saptamaktır. Tarihçilerin yanılma nedenlerini şöyle sıralıyor:
  2. Bir mezhebe ya da düşünceye aşırı bağlılık tarihçiyi yanıltır. Tarihçi tarafsız
    olmalıdır.
    2. Bir haberi anlatana inanmak, tarihçiyi yanıltır. Haberi anlatanın doğruluğunu
    değil, haberin doğruluğunu kanıtlamak gerektir.
    3. Olayların nedenlerini araştırmamak tarihçiyi yanıltır. Olayları sanılara
    göre değil, gerçek nedenlerine göre değerlendirmelidir.
    4. Olayın doğruluğu kuruntusuna kapılmak, tarihçiyi yanıltır. Tarihçi, kendi
    kuruntularından kurtulabilmelidir.
    5. Olayları, o olayları doğuran durumlarla karşılaştırmasını bilmemek; tarihçiyi
    yanıltır. Çünkü olayı anlatan, kendi duyduğu gibi, çoğu başka biçimlere
    sokarak anlatmış olabilir. Doğrulamak, olayları durumlarla karşılaştırmak demektir.
    6. Devlet büyüklerine yaranmak kaygısı, tarihçiyi yanıltır. Bu kaygı, kötüyü
    güzel gösterme çabasını doğurur. Tarihçinin işi, tarihi güzelleştirmek değil,
    olduğu gibi anlatmaktır. [sayfa 143]
    7. Toplumsal yaşayışın doğal kurallarını ve yasalarını bilmemek (Sosyoloji),
    tarihçiyi yanıltır.

İbni Haldun, her sözün sonunu, doğrusunu Tanrı bilir, diyerek bitirdiği halde,
toplum düzenini, bir yirminci yüzyıl maddecisi gibi, maddesel temellere
oturtmaktadır. Toplumun toplumsal ve siyasal düzenleri, tanrısal düzenler
değil, doğal düzenlerdir. Toplumlar da, doğal varlıklar gibi, doğmakta, büyümekte
ve ölmektedirler (Vico, Spengler). Tarih, olayları anlatmak değil, olayları
düşünmektir (Sorel). Toplumsal olayların kökü, ekonomik temellerde ve
üretim araçlarındadır (Marx). Toplumlar arasındaki ayrılıklar, coğrafya koşullarının
başkalığından ötürüdür (Montesquieu). Siyasal düzen, ideolojik değil,
pratik olmalıdır (Macchiavelli). Ahlak düzeni, insanların çoğalmasıyla ilgilidir
(Malthus). Gelişme, en aşağı maddeden başlayarak, maymun ve şebek gibi
hayvanlardan geçip, insana kadar yükselmiştir (Darwin). Ahlaksızlığın ve çöküşün
nedeni, kent yaşayışına geçiştedir (Rousseau). Gerekli olan, güçlülük
ve iradeliliktir (Nietzsche).

İbni Haldun, Mukaddime’sini şu sözlerle bitirmektedir: Tanrının doğru düşünce,
açık bilgi bağışladığı kulları bizden sonra yetişerek, bizim bu yapıtta
yazdıklarımızdan ve anlattıklarımızdan, daha geniş ve daha derinini yazar
ve anlatırlar umudundayız. Bir bilgiyi ilk önce ortaya koyan kimsenin görevi,
ancak, o bilginin konularını açıklamak, bölümlerini ayırmak, o bölümlerde
incelenen konular üstünde söz söylemektir. O kimseden sonra yetişenlerse o
bilgiyle ilgili sorunları azar azar o bilgiye eklerler ve bu yolda onu ilerletirler:
Tanrı bilir. Siz bilmezsiniz. Ben Mukaddime’yi beş ayda yazdım, 776 yılının (İ.S.
1377) tam yarısında bitirdim. Düzenlemek ve ayıklamak için harcadığım süre
bu beş ayın dışındadır. Yapıtımın başında anlattığım gibi, buna kavimlerin
tarihini de ekledim. Bilgi, ancak, aziz ve bilgin olan Tanrı eliyle bağışlanır (III.
cilt, s. 352).

İslam felsefesi, bir başka yandan, gizemsel açıdan da birçok düşünürler
yetiştirmiştir. İmam Gazzali’nin başlattığı felsefesel tasavvufa felsefei tasavvu
fiyye adı verilmektedir. Bu alanda Muhyiddin Arabi, Sadreddin Konevi, Nasır
Tusi, Molla Cami, İmam Rabbani, Sadreddin Şirazi, Feridüddin Attar, Bayeziti
Bistami, Şeyh Bedreddin, Nasır Hüsrev, İbrahim Ethem, Şakik Belhi vb. gibi
birçok ünlü düşünürler yetişmiştir.

TASAVVUF

İslamsal disiplin içinde oluşmuş bulunan tasavvuf deyimi, genel olarak,
iki öğeyle açıklanmaktadır. Bunlardan biri varlık birliği (Ar. Vahdet-i vücut)
felsefesi, ikincisi dinin yüzeyiyle yetinmeyerek derinliklerine inme eğilimidir.
Ne var ki bu öğelerin ikisi de İslamsal tasavvufun başlangıcında geçerli
değildirler, akıma zamanla katışmışlardır. İslamsal tasavvuf, ilkin, Batı’da da
görüldüğü gibi, dinsel yaşamın aşırı, ama zorunlu bir sonucu olan gizemcilik
(Fr. Mysticisme)’le başlamıştır. İlk mutasavvıflar dinsel yaşamı, içlerine
kapanarak, bireysel olarak ve ruhsal [sayfa 144] yanlarıyla yaşamak isteyen aşırı
sofulardı. Bu sofular, varlık birliği felsefesinden habersiz oldukları gibi kutsal
kitabın açık anlamlarının altındaki gerçek anlamlarını bulup çıkarmak isteğini
de duymamışlardı. Amaçları, sadece, aşırı bir Müslüman olarak, dünya
işlerinden el etek çekip bütün gün ve gecelerini dinsel bir yaşama vermekti.
Nitekim İslam peygamberi de peygamberliğe hazırlanırken böylesine bir
yaşam sürmüştü. İlk mutasavvıfların dileği, belki de, sadece ona benzemekten
başka bir şey değildi. Günlerini ve gecelerini örneğin Hasan Basri tanrı
korkusuyla titreyerek (bkz. El-Isfahani, Hilyet-ül-Evliyâ, cilt II, s. 131), Rabia
Adeviyye tanrı aşkıyla ağlayarak (bkz. Şarani, EI Tabakat-ül-Kübrâ, cilt I, s. 72)
geçiriyordu; varlık birliğini düşünerek ya da dinsel sözcüklerde gizli anlamlar
arayarak değil. O zamanlar aşırı dincilikte peygamberi ve yakınlarını taklit
eden ehl-i sünnet’e de mutasavvıf deniyordu. Arap bilgini İbni Haldun, ünlü
Mukaddime’sinde şöyle der (s. 328): “Tasavvuf, bir şeriat bilimidir. Temeli,
ashab (peygamberin yakın dostları) ve tabiin (bu yakın dostların dostları) ile
onlardan sonra gelenlerin hak ve hidayete uyan halleridir ki kendini Allah’a
vermek, tapımla uğraşmak, dünyanın , her türlü işlerinden ve süslerinden yüz
çevirmek, çoğunluğun önem verdiği mal ve mülkten el etek çekmek, halktan
ayrılarak ve yalnızlığa çekilerek ibadete dalmaktır”. Bir başka İslam bilgini
Sühreverdi de Avarif-el-Maarif adlı yapıtında mutasavvıfların ehl-i sünnetten
olduklarını, tapımı şeriata uygun olarak yaptıklarını, dinin kural ve temellerini
araştırmakta derinleşerek dinin gerçek amacına doğru yürüdüklerini ve böylelikle
tam ve gerçek bir inana kavuştuklarını yazmaktadır. İslamsal bilgilerde
çok yetkili 0bir kişi olan ve mutasavvıflara karşı olduğunu hemen her yapıtında
açıkça söyleyen Abdülbaki Gölpınarlı bile bir yapıtında: “Hiç şüphe yok ki
Sufiler içinde şeriata harfi harfine riayet edenler vardır” demektedir (bkz. A.
Gölpınarlı, Tasavvuf, 1969, s. 97). Zamanla tasavvufa katılmış bulunan panteist
felsefeyle Bâtınîlik, bu akıma, iki temel özelliği olan varlık birliği anlayışıyla yoruma
dayanan içrekçiliği getirmişlerdir. Bu katışma sonunda tasavvuf şu aşa
malara ulaşmıştır: İlmelyakin aşamasında dini olduğu gibi, eşdeyişle herkes
gibi görür, uygular. Aynelyakin aşamasında görünenden görünmeyene, dinin
derinliklerine inmeye çalışır. Hakkalyakin aşamasında dinin gerçek amacına
varır ve tam bir inan içinde ölüp tanrıda ölümsüzleşir. Bu son aşamayı Cüneyd-
i Bağdadi şöyle tanımlamaktadır: “Tasavvuf, tanrının seni sende öldürüp
kendisiyle yaşatmasıdır”. Tasavvuf sözcüğünün hangi kökten türediği de
tartışmalıdır. Genel olarak bilgi anlamına gelen Yunanca sophia sözcüğünden
türediği ilerisürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle
beraber, Yunan felsefesiyle ilişki kuran ilk İslam düşünürlerinden çok
önce kullanıldığı sanılmaktadır. Biruni’nin Tahkik-i ma lil-Hind adlı yapıtında
ilerisürdüğü (s. 16) bu sav, doğru olmasa gerektir. Yoksulluğu yeğlemeleri dolayısıyla
Arapça yünlü dokuma anlamına gelen sof giymeleri yüzünden bu adı
almış olmaları olanaklıdır.

Din kurumu, bütün biçimlerinde, usla çelişiktir. Dinin inanmayı şart koştuğu
dogmalar çoğunlukla gerçekdışı konulardır.’ Bâtınîlik akımı, gerçekte,
İslam dininin usçu bir eleştirisidir. Ne var ki bu eleştiri, tarihsel koşullar altında
açığa vurulamamış, dinsel bir görünüş altında gizlenmiştir. Dilimize İçrekçilik
deyimiyle çevrilen [sayfa 145] Bâtınîlik, siyasal amaçlar da gütmüş ve bu amaçlara
varma yolunda din görünüşünden olduğu kadar tasavvuftan da geniş çapta
yararlanmıştır. Ana savı şudur: Ku’ran’ın iç anlamlarına erenler için dış anlamları
gereksizdir. Örneğin, Bâtınî yorumuna göre, namaz kılmanın amacı,
tanrıya yaklaşmaktır, tanrıya yaklaşmış olanların namaz kılmaları gerekmez.
Bâtınîler böylelikle din kurumundaki usa aykırılıkları yok etmişler, ne var ki
bunların yerine usçu yorumlamalarla yeni inançlar getirmişlerdir. Örneğin,
evrenin yaratılışında beş temel güce inanırlar: 1- Sabık (her şeyden önce var
olan, bir çeşit tanrı, ama yaratıcı değil, bir oluşun başlangıcı ve ilkesi, oluşma
onun istemiyle değil, sadece onunla başlıyor), 2- Tali (her şeyden önce var
olanın ardından gelen, us, erkek ilke), 3- Cedd (özdeğin biçimlenme yeteneği,
bir çeşit nefs, dişi ilke), 4- Feth (oluşmanın içinde gerçekleşeceği uzay, mekan),
5- Hayal (oluşmanın onunla gerçekleşeceği zaman)… Görüldüğü gibi
evren, her şeyden önce var olan’dır, ilksiz ve sonsuzdur, ne yaratılmıştır, ne de
yok olacaktır; sürüp gitmekte. olan bir oluş vardır, bu oluş özdekseldir ve etkin-
erkek ilkeyle edilgin-dişi ilkenin karşılıklı etkileriyle sürüp gitmektedir. Bu
anlayış, tümüyle bilim öncesi bir özdekçilik anlayışıdır. Evrenin oluşması ve
oluşmanın sürüp gitmesi, doğaüstü güçlerle değil, doğal güçlerle açıklanmaya
çalışılmıştır.. Bâtınîliğin bu temel felsefesel öğretisinin üstünde zamanla dinsel
inançları da aşan yeni boş inançlar türemiştir, örneğin önce peygamber’in
yerine konan imam’ın giderek tanrılığına inanılmıştır. Bâtınîlerin saf, usçu, insansal
ve arı felsefesi zamanla bilgisizlerin elinde yeni usa aykırılıklara dönüşmüştür.
Bâtınîlik’le tasavvuf birbirine karıştırılmamalıdır; Bâtınîlik, tasavvuftan
yararlanmış ve tasavvufu etkilemiştir, her iki düşünce akımında birbirine
geçmiş ortak yanlar vardır, ama birbirinden ayrı yanlar da vardır.

Bâtınîler genellikle Alevidirler. Alevilik (Fr. Alevisme) ilkin Ali’yi sevmek
anlamında ve bir siyasal parti olarak belirmiştir. Peygamber Muhammed,
Ali’yi sever ve tutarmış, ölümünden sonra da kendi yerine geçirmek istermiş.
Peygamber, İslam’ın bütün şerefli işlerinde özellikle Ali’yi görevlendirirmiş.
Peygamberin ölümünden sonra Ali’yi Halife yapmak isteyenler Şia adı altında
partileşmişler, Ali’ye karşı olanlar da Havaric adı altında toplanmışlardır.
İslamlığın ilk yıllarında, özellikle Ebu Bekir ve Ömerin Halifelikleri sırasında,
sadece siyasal çekişmelerle sürüpgiden Alicilik; sonraları İran’dan gelen toplumcu
akımlarla İslamlığın boşluklarından doğan gizemci düşüncelere en uygun
bir barınak olmuş ve düşünsel bir öğreti biçimine dönüşmüştür. Ne var
ki bu öğreti de iç çelişmelerle çeşitli anlayışlara bölünmüştür. Bu anlayışların
içinde Ali’yi tanrılaştıranlar bile türemiştir. Alevilik; Orta Asya’da, Hindistan’da,
Yemen’de, İran’da, Suriye’de ve Anadolu’da pek güçlü bir varlıkla yayılmış,
günümüze kadar sürüp gelmiştir. Anadolu’da kızılbaşlık, tahtacılık adları
Alevilik’le eşanlamlıdır. İran’da da Alevilere göranlar denir. Aleviler kendilerini
sofi (gizemci) adıyla adlandırırlar. Şiilere göre Ali, Tanrı’nın dostu anlamında
veli (Ar. Vali Allah)’dir. Buysa onu sadece bir nebi (peygamber) olan
Muhammed’e üstün kılar. Ali’nin tanrılığı, Abd Allah b. Saba’nın kendisine,
Tanrı’nın niteliklerinden biri olan Âli niteliğini kastederek “Sen osun” demesiyle
filizlenmiştir. İmamlığı da, Peygamberin: “Ben kimin efendisiysem Ali de
onun efendisidir” [sayfa 146] sözüne dayanır, Gizemcilik, Ali’nin şu sözlerinden
güçlenmiştir: “Ben her akşam Peygamberin evine giderdim. Peygamber birçok
ayetleri bana yazdırır, gizli anlamlarını açıklardı”. Şia partisine bağlı olanlara
göre Ali’yi sevmeyenler Müslüman değildirler. Bu partiden, önce Galiye
kolu türemiştir. Bu kolun adına kurucusu Abd Allah b. Saba’dan ötürü Sebeiye
de denilmektedir. Galiye tarikatına bağlı olanlara göre Ali, Tanrı’dır ve bulutlar
üstünde oturmaktadır. Bir gün yeryüzüne inerek dünyayı düzeltecektir. Gök
gürlemesi Ali’nin sesi, yıldırım Ali’nin kamçısıdır. Haram denilen şeylerin, gizli
anlamlarında, hepsi helal’dir. Şia partisinden türeyen ikinci kol İmamiye adını
taşır. Bunlara özel olarak Rafızi de denilmektedir. Bu terim, Arapçada terk
etmek anlamındaki rafaza sözcüğünden türetilmiştir. Rafızilik, genel olarak
bütün Şiileri adlandırır ve Ebu Bekirle Ömer’in imamlıklarını yadsımayan başkanlarını
terk edenler anlamındadır. Şiiliğin üçüncü büyük kolu, Ali’nin torunu
ve İmam Zeynelabidin’in oğlu Zeyd’in kurduğu Zeydiye tarikatıdır. Bu anlayışa
göre İmamlık, Fatma’nın soyuna özgüdür. Fatma’nın soyundan gelen Fatımiler
X’ncu yüzyılda güçlü bir imparatorluk kurmayı başarmışlardır.

Ali yandaşlığı’na şia denir. Terim, halife Osman’ın öldürülmesinden sonra
ileri sürülmüştür ve Peygamber Muhammed’in amcasının oğlu ve damadı
Ali’ye düşman olan Haricilik karşıtı olarak siyasal bir parti niteliğindeki Şiilik’i
adlandırmıştır. İlkin, Ali’ye karşı Osman’ın soyunu (Emeviler) tutanlara Şia-i
Osman ve Ali’yi tutanlara Şia-i Ali denmiş; daha sonra sadece Ali yandaşlığını
dilegetirmiştir. İslam tarihleri şiiliğin gelişmesini genellikle üç aşamada incelerler.
Bunlardan birincisinde Şia-i Ula, ikincisine Usul-ü Şia ve üçüncüsüne
Ali’nin ölümünden sonraki Şia denir. Şia-i Ula, Halifelik konusunda Ömer’den
sonra Ali’nin Osman’a yeğlenmesini dileyenlerin oluşturdukları siyasal akımı
dilegetirir. Hemen bütün ashab ve tabiin bu görüşteydi. Bunlar bizzat Ali’nin
“Müslümanların en hayırlısı önce Ebu Bekir, sonra Ömer’dir” sözüne uyarak
Ebu Bekir’le Ömer’in halifeliklerini onaylamışlar, ne var ki ondan sonra
Osman’ın değil Ali’nin halife olması gerektiğini ilerisürmüşlerdir. Bu sav, ilkin
bir ehl-i sünnet savıydı. Ama zamanla Ali’yi tanrılaştıracak kadar aşırı bir
Ali’cilik güdülmeye başladığından Kur’an ve hadislerin açık anlamlarına bağlı
kalanlar elil-i sünnet adını alarak şia adını bırakmışlardır. Dr. R. Dozy, İslam
Tarihi adlı değerli ve ünlü yapıtında şöyle demektedir: “Başlangıçta Hariciler
de Ali’nin taraftarı idiler. Şiiler de böyle olmakla beraber iki partinin düşünceleri
çok çelişikti. Politikada Haricilerin düşünceleri kendilerini demokratlığa
götürdüğü halde Şiilerin bencil düşünceleri mutlakiyetçi bir yönetime ve ezici
bir istibdada götürüyordu. Her ne kadar bu iki parti çoğunlukla kişisel bir amaca
ulaşmak için çabalayan başkanlarının yönetimi altında bulunuyorlarsa da
Şiîler gene yüreklerinin derinliğinde bir İran mezhebi taşıyorlardı. Özgürlüğü
seven Arap ırkıyla tutsaklığa alışmış İran ırkı arasındaki ayrım, işte burada ortaya
çıkıyordu. Peygamber’e bir halife (halef) seçmek, İranlılar için alışılmamış
ve anlaşılmaz bir şeydi. Onlar, devlet başkanlığı için ancak soydan geçme
(veraset) kuralını tanıyorlardı. Mademki Peygamber erkek çocuk bırakmadan
ölmüştü, damadı Ali onun doğal mirasçısıydı. Bundan ötürü Ali’den önce halife
olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman; Ali’nin hakkını elinden almış [sayfa 147] olan
birer zorbaydılar. Ayrıca hükümet ve Araplarla onların zenginilklerine karşı
duydukları kin de bu düşüncelerini güçlendiriyordu. Bir de hükümdarlarını
tanrı soyu olarak görmeye alışmış oldukları için bu puta tapma geleneğini
Ali’nin ve onun soyundan gelenlerin üstüne aktardılar (Dr. R. Dozy, Tarih-i
İslamiyet, Abdullah Cevdet çevirisi, Mısır 1908, c. I, s. 281 vd.). Dozy’nin bu
doğru savına şu da eklenebilir: Yeni- platonculuktan türeyen vahdet-i vücut
(Varlık birliği) felsefesi, değil Ali’nin, Yezidilikte olduğu gibi şeytan’ın bile tanrı
sayılmasına yeterdi.

Tarikat deyimi, yol anlamına gelen Arapça tarik sözcüğünden türetilmiştir:
Tasavvuf terminolojisinde tanrıya kavuşma yolu olarak tanımlanır. İslam dini
açısından tanrılık bilgiyi elde etmenin tek yol’u Ku’ran ve hadis’lerdir, eş deyişle
Tarikat-ı Muhammediyye (Peygamber Muhammed’in yolu)’dir, başkaca
hiçbir yorum gerekmez. Ne var ki tasavvufçular bu düşünceye katılmazlar,
onlara göre dinin açık (Ar. zahir) anlamları bilgisizler içindir (ki bu bilgisizler

o çağın Arap dünyasında yüzde doksan dokuzdur) ve bilgili ya da bilgiye yetenekli
kişiler için gizli (Ar. zatın) anlamları vardır ki ancak büyük çapta bilgililerin
yorumlarıyla açığa çıkarılabilir. Yorum kapıları bu gerekçeyle açılınca,
çeşitli bilgilere göre çeşitli yorumların meydana gelmesi ve bu yüzden çeşitli
tarikat’ların oluşması doğaldır: Şeriat’dan hakikat’a marifet’le geçilmektedir.
Çeşitli ustalar çeşitli marifet’ler gösterdiklerinden tutulacak yol’lar da doğal
olarak çoğalmıştır.

Dinler, insan mutluluğunu sağlamak amacıyla, anlaşmazlıkları giderecek;
kötülükleri önleyecek, ölüm korkusunu yenecek sözler getirdiler. Bu sözlerin
açık anlamları vardı. Ama insan aklı geliştikçe, bu açık anlamlar, mutluluğu
sağlamaya yetmediler. Bu sözlerin açık anlamlarının ardında, gizlenmiş an
lamları yok muydu?.. Var olan, gelişen insan aklıydı. Açık anlamların yetmezliği
vardı. Kalıpları parçalama tutkusu vardı. Özgür düşünceye susayış vardı.
Mutluluğu elde etme çabası vardı. Bu güzelim dünyada gereği gibi yaşamak
bilinci vardı.

Yeni anlamlar yaratılması gerekiyordu. Açık (zahiri) anlamlardan gizli (batıni)
anlamlar var edildi. Zahirilik yetmeyince, Bâtınîliğe gidilecekti elbet. Kestane,
dalında duruyordu. Meyveyi elde edebilmek için meyveyi gizleyen zarı
soymak gerekirdi. Amaç, kestaneyi yiyebilmekti. Kestane bu güzelim dünyada,
dalında bırakılamazdı. Oysa, yeşil kabuğu parçalamak sanıldığı kadar
kolay bir iş değildi. Yeşil kabuğu parçalamaya kalkışanları asıyorlar, derilerini
yüzüyorlar, öldürüyorlardı. Gizliliği araştıranlar, gizlenmeliydiler. Mansur gibi
asılmak, Nesimi gibi derisi yüzülmek düpedüz budalalıktı. Anlaşılır’a varabilmek
için anlaşılmaz olmaktan başka çıkar bir yol yoktu. Açık seçiğin yerini,
bu açık seçikliği gizlemek amacıyla semboller aldı.

İslam düşüncesinde mezhepler bu zorunluktan doğdular. Ortodoks Müslümanlığın
karşısına, Martin Lutherden sekiz yüzyıl önce, Protestan Müslümanlık
çıkıyordu. Yunanca’da akıl anlamına gelen logos, Araplaşarak kelam
olmuştu, Yunancada bilgi anlamına gelen sophos da tasavvuf.

Felsefe, İslam statüsüne Ebu Hanife’yle (699-767) girdi. Türk soyundan gelen
bu İslam imamı, logos’u da, sophos’u da gereği gibi kullanıyordu. İslamlık,
birinci yüzyılını henüz bitirmişti. Ebu Hanife, akla uygun olmayan hiçbir kuralın
[sayfa 148] uygulanamayacağını söylüyordu. Tutulacak yolu nakil değil, akıl
gösterecekti. Şu din büyüğü böyle dedi; bu din büyüğü böyle yaptı diye akla
uygun olmayan kurallara boyun eğmek gerekmezdi. Akla uygunluğu da, tartışmalar
sonucunda, çoğunluğun oyu belirtecekti.

Akılcılık yolu, Cebriye’yi, Kaderiye’yi, Mûtezile’yi doğurdu. Soru şuydu:
Yaptıklarımı ben mi yapıyorum, Tanrı mı yaptırıyor?.. Cebriye’ ye göre, yaptıklarımızı
biz yapıyorduk, Kaderiye’ye göre Tanrı yaptırıyordu. Cebriyeciler
soruyorlardı: Öyleyse neden biz sorumlu olalım?.. Mûtezile de Cebriye’yle birleşerek
şöyle diyordu: İman kitaptaysa akıl da insandadır. Kader diye bir şey
yoktur. Tanrı benim işime karışmaz, ne ceza verir ne armağan. Kitap da Tanrı
sözü değil, kul sözüdür.

VIII. yüzyılda Vasıl bin Ata ( ? -748) ve onu izleyenlerin meydana getirdiği
Mûtezile (Fr. Motazalites) akımı, İslam felsefesinde usçuluğu ve usaaykırı bulunan
dinsel inançlara karşı çıkmayı gerçekleştirmiştir. Ünlü gizemci Hasan
Basri’nin öğrencisi olan Vasıl bin Ata, büyük suçlu (Ar. Mürtekibi kebir) konusunda
öğretmeniyle anlaşamayarak ondan ayrılmış ve bundan ötürü onun
ve izleyicilerinin öğretisine Arapça ayrılma anlamındaki itizal sözcüğünden
türetilen ehli sünnetten ayrılanlar anlamında mûtezile denmiştir. Bu davranış,
İslam dünyasında, dogmatik çelişkilere karşı insan usunun ilk şahlanışıdır.
Vasıl bin Ata’nın başkaldırdığı sorun şuydu: Mademki ceza ölümden sonra
verilecek, demek ki cezayı ruh çekecektir. Mademki ruh ölümsüzdür, öyleyse
nasıl yanıp kül olacak? Mûtezileciliğin temel fesefesi bu çok haklı sorudan
türemiştir. Cahiz ( ? – 868), Muammer ibni Abbad, Ebül Hüseyin Basri, El Nu
saybini, Hişam vb. gibi düşünürler yetiştiren mûtezile akımı Basra mûtezilesi
(Ar. Mûtezilei Basriyye, Fr. Ecole dissideute de Bassora) adıyla anılır. Başlıca
sorunları kader, ceza, tanrının nitelikleri konularıdır. Mûtezileciler kaderi yadsırlar,
onlara göre kul kendi eylemlerinin yaratıcısıdır. Böyle olmasaydı, tanrıca
belirlenen eylemlerinden sorumlu olamazdı. Eğer kader varsa ve insana
bütün eylemlerini tanrı yaptırıyorsa neden kendi yaptırdığını gene kendisi cezalandırıyor?
Mûtezileciler bir bakıma, aklın almadığını aklın aldığına indirgeyerek
İslam dinini güçlendirmeye alışmışlardır. Bu açıdan İslam felsefesinde
akılcılar anlamında Arapça Akliyyûn adıyla da anılırlar. Cennet, cehennem,
vahiy vb. gibi Ku’ran’da bulunan bütün usdışı tasarımları da yadsımışlardır.
Özellikle Cahiz, bilginin ilk koşulu şüphedir, diyecek kadar ileri gitmiş ve bilimseleşmiştir.
İslam felsefesinin ilk Kelamcılar’ı da mûtezilecilerdir. İslam
felsefesinde insan usunun yadırgamayacağı bütün tezler mûtezilecilerce ilerisürülmüştür.
Bu açıdan da mûtezileciler, İslam felsefesinde özgür felsefeyi
gerçekleştiren ilk ve tek felsefe akımıdır. Mûtezileciler, tanrının nitelikletini
de yadsırlar ve tanrının zat (öz)’ını sıfat (nitelik)’ından ayırırlar. Onlara göre
tanrıya insansal nitelikler yakıştırmak; onu öc alıcı, cezalandırıcı, armağan verici
saymak tanrılık düşünceye aykırıdır. Kuran da tanrı kelam (söz)ı değil kul
kelamıdır ve mahluk (sonradan meydana getirilmiş)’tur. Mucize (tansık) diye
bir şey yoktur, evrende usdışı hiçbir olgu gerçekleşemez. Sünnilerce sapkınlık
sayılan Mûtezile düşünceleri beş ilkede toplanabilir: 1. İnsan, eylemini kendisi
yaratır. Özgürdür ve kadere bağlı değildir. Böyle olmasaydı [sayfa 149] kendi eyleminden
sorumlu olmaması gerekirdi. Tanrıca cezalandırılması da onun kendi
eylemini kendisinin yarattığına en büyük kanıttır. Yoksa tanrılık ceza, tanrılık
tüzeye (adalete) aykırı olurdu. Bu düşünceden ötürü Mûtezile’ye Ashap al-Adl
(Adaletçiler) da denir. Oysa kaza ve kader’e inanmak İslamlığın baş koşullarından
biridir. Mûtezileciler bu düşünceleriyle açıkça Ku’ran’a karşı çıkmaktadırlar.
Kader inancını yadsımaları nedeniyle onlara Kaderiyye de denmiştir. 2.
Tanrının kendisinden ayrı nitelikleri yoktur. Nitelik (sıfat) öz (zat)’den ayrı ve
bağımsızdır, bundan ötürüdür ki, tanrının özünde ya da özüne eklenen nitelikler
kabul etmek birçok tanrıların varlığını kabul etmek demektir. Tanrı niteliklerini
yadsıdıklarından ve tanrıyı böylesine bir birlikte tasarladıklarından ötürü
Mûtezile’ye Ehl-i Tevhid (Birlikçiler) de denir. Mûtezileciler bu düşünceleriyle
de açıkça Ku’ran’a karşı çıkmaktadırlar, çünkü bizzat tanrı sözlerine göre nitelik
ve öz birbirinin aynıdır ve tanrının nitelikleri vardır. Birbirine pek benzeyen
her iki düşünce arasındaki ayrılık şuradadır: Sünnet ehline göre tanrı bilgindir
ve bilgisi vardır. Mûtezile’ye göre tanrı bilgindir ama, bilgisi olduğundan ötürü
değil. Bunun gibi, tanrı her şeyi görür ama, görme niteliği olduğundan değil.
Tanrı demek, her şey demektir. Ona ayrıca nitelikler yüklemek gerekmez. Görüldüğü
gibi her iki, düşünce de birlik (tevhid)’çidir. Mûtezileciler bu savlarıyla
İslamın tevhid anlayışına karşı çıkmaktadırlar, tevhid’in kendi anlayışlarında
olduğu gibi anlaşılmasını ilerisürmektedirler. Ehli sünnet de tevhidcidir, çünkü
tanrının özüyle nitelikleri birbirinden ayrılamaz der, bütün nitelikler tanrının
zatında birliğe ulaşır. Ne var ki sünniler niteliklerin varlığını kabul eder,

Mûtezile yadsır. 3. Mûtezile’nin üçüncü ana ilkesi ayrılık (İtizal)’a neden olan
büyük günah sorunu üstündedir. Eşdeyişle Mûtezileciler bu sorun üstündeki
ayrılıklarından ötürü Mûtezile adını almışlardır. Mûtezile’ye göre inanlı
(Mü’min)’yla inansız (Kafir) arasında bir rütbe daha vardır ki o da kabahatli
(Fasık)’dir. Büyük günah işleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak fasıktırlar.
Ölmeden önce tövbe ederlerse mü’min olurlar, etmezlerse kafir olurlar.
Mûtezileciler, sünni anlayışına aykırı olan bu duruma orta derece (Ar. Menzile
beyn al-menzileteyn) derler. 4. Mûtezile’nin tia’d val-vaid adını verdiği dördüncü
ilke, birinci ve üçüncü ilkeleriyle ilgilidir. Bu ilkeye göre kötülerin cezalandırılması
ve iyilerin armağanlandırılması tanrı için zorunlu (vacip)’dur. Bağışlama
(şefaat) ancak tanrının haklarıyla ilgili (Hak-ullaha müteallik) tapım
alanında olabilir. Yoksa kulların kendi yarattıkları eylemlerinden ötürü tanrıca
bağışlanmaları tanrının adaletine aykırı olur. Tanrının yasakladığı bir eylemi
yapanın gene tanrıca bağışlanabileceğine inanmak usaaykırıdır. 5. Mûtezilecilerin
beşinci ilkesi, iyi şeylerin yapılması ve kötü şeylerin yapılmaması (Ar.
Emr bi’1-maruf va’n-nehy ani’1 münker) zorunluğunu ilerisürer. Bir bakıma
ehli sünnet de bu düşüncededir ama, iyinin ve kötünün Ku’ran’da açıklanmış
olmasını, eşdeyişle Ku’ran’da yasaklanan ve izin verilen şeylerle sınırlı olmasını
şart koşar. Mûtezileyse bu konuda usun ölçütlüğünü kabul eder, eşdeyişle
Mûtezile’ye göre, iyiyi ve kötüyü us ayırır. Bu beş ilkenin dışında Mûtezileciler
İslamlığın temel ilkelerine iki aykırı görüş daha ilerisürmüşlerdir: Tanrının
ötedünyada gözle görülemeyeceği ve tanrının söz (kelam), buyruk (emir) ve
yasaklarının (nehiy) yaratılmış (mahluk) olduğu. Mûtezilecilik çeşitli [sayfa 150]
Abbasi halifeleri ve özellikle halife Ma’mun tarafından korunmuştur. Us’a dayanan
Mûtezileciliğin karşısına bir zaman sonra inan’a dayanan gerici Eş’arilik
dikilmişse de usçuluk akımının gizemcilikte gizlenerek sürüpgitmesine engel
olunamamıştır.

Tasavvuf (sophos), bu düşünce akımlarının (logos) ortasında gelişti. Tasavvuf
zinciri şöyle sıralanmaktadır: Ebu Haşim (VIII. yüzyıl), Zünnun (dokuzuncu
yüzyıl), Bayezid-i Bistami (dokuzuncu yüzyıl), Cüneyd-i Bağdadi (dokuzuncu
yüzyıi), Hallac-ı Mansur (858-922), İbn-i Sina (980-1037), İmam Gazali (10591111),
Muhyiddin-i Arabi (1156- 1240)… Ve sonunda, kestaneyi yiyebilmek için
kabukları iyice parçalayan Mevlânâ Celaleddin’le Hacı Bektaş (XIII. yüzyıl).

İslamlıkta tasavvuf çerçevesi içinde o kadar çok tarikat türemiştir ki, Peygamber
Muhammed’in tarikatında pek az kimse kalmıştır denilebilir. Bu
tarikatların tümü tasavvuf ana düşüncesinde birleşirler, düşünce ayrılıkları
pek önemsizdir. Çoğu da tarikatı kuranın adını taşır: Şeyh Ahmet Namıki-i
Cami’ninkilere Camiler, Mevlânâcılara Mevleviler, Hacı Bektaşçılara Bektaşiler
denir.

Tasavvuf tarikatlarının büyük çoğunluğu, özellikle şii-batıniler, varlıkbirliği
(vahdeti vücud) anlayışında birleşirler. Bu anlayış, tüm varolanların tanrının
çeşitli belirimleri olduğu, daha açık bir deyişle her varlığın bizzat tanrı olduğu
inancını dilegetirir. İslam gizemciliğinde vahdet-i şühut ve vahdet-i kusut’tan
sonra erişilen üçüncü ve son aşamadır: Bu en yetkin aşamada bütün varlıklar,
görünüşteki ayrılıklarından sıyrılarak tek varlık içinde birleşir ve kaynaşırlar.
Önce bütün varlıkları ayrı ayrı gören (vahdet-i şühut) gizemci, sonra kendi
iradesini tanrılık iradeyle birleştirmiş (vahdet-i kusut) ve daha sonra kendi
varlığını tek varlığa katarak vahdet-i vücut aşamasına ulaşmıştır. Bu yetkin
aşama, kendinden önceki bütün aşamaları kapsar. Bu aşamada gizemci, artık
kendisinin tek varlığın insan biçimindeki belirtisi olduğunu bilmektedir.
Örneğin Muhiddin Arabi, Feridüddin Attar, Mevlânâ Celaleddin gibi son büyük
gizemciler bu aşamaya ulaşmışlardır. İslam Temciliğinin bu aşaması, Batı’nın
kamutanrıcılığına (panteizm) benzer. Dinsel alanda inanca dönüşen bu spekülatif
varsayıma göre her şey, tek şeydir. Ayrılıklar görünüştedir, öz birdir. İslamsal
vahdet-i vücut anlayışı bu özü tanrıya bağlar. Bir çeşit Hegelci tasarımla
tanrının doğalaştığını ve sayısızca çeşitlendiğini, çeşitli varlıklar halinde meydana
çıktığını ilerisürer. İslamsal varsayımda olduğu gibi bu bir yaratma değil,
bir belirme (tezahür etme, zahir olma, görünme)’dir. Tanrı ot olarak görünür,
böcek olarak görünür. Her şey tanrıdır. Demek ki yaratan ve yaratılan (Halik
ve mahluk) yoktur., sadece tanrısal bir varlaşma vardır.

Tasavvuf düşünürlerinden Hallac-ı Mansur, bu düşüncenin açık seçiğini şu
sözle ortaya attı: Ben Tanrıyım (Enelhak)… Hemen yakalayıp döve döve öldürdüler.
Mansurun sonu, kendinden sonra gelen tasavvuf düşünürlerine ders
oldu. Mansurun açık seçik sözü çok söylendi ama, öylesine anlaşılmaz biçimlerde
söylendi ki, söyleyenler, öldürülmek şöyle dursun, sözlerini kimsecikler
anlamadığından ötürü, tümen tümen hayranlık kazandılar. Birtakım harflere,
işaretlere, sayılara anlamlar verildi. Açık seçik düşünce sır oldu. Tarikata girenlere
güvenilmiyor, sırrı öğrenebilmeleri uzun denemelere bağlanıyordu.
Mansurun iki kelimeyle söyleyiverdiği [sayfa 151] o yalın sözü öğrenebilmek için
uzun yıllar geçirilmesi gerekiyordu. Bu korku, tarikatlarda birtakım dereceler,
menasik adı verilen formaliteler doğurdu. Önce çırak, sonra kalfa, sonra usta
olunuyor, ustalıktan sonra da yavaş yavaş yükselenlere gerçek adı verilen sır,
azar azar sunuluyordu. Sırrı öğrenebilme derecesine gelen, kellesini vermeden
sırrı açıklayamayacak kadar tarikata bağlanmış oluyordu. Elde edebilmek
için geçirilen uzun ve yorucu çaba sırrı kutsallaştırıyordu. On dakikada
öğrenebileceklerini on yılda öğrenenler bilgilerini önemsemek zorundaydılar.
Dışarıda kalanlar da, hiçbir şey anlamadan şaşkın şaşkın bakıp durdukları
harfleri, sayıları, işaretleri büsbütün kutsallaştırdılar. Üç, beş, yedi, kırk derken,
işler büsbütün karıştı. Güzelim insan düşüncesi putlaşmaya başladı.

Pythagoras’tan gelen sayı mistikliği, İslam düşüncesinde Esterabatlı
Fazlullah’ın eliyle Hurufilik oldu. Her harf bir sayıyı karşılıyor, her sayı bir sözü
anlatıyordu. Açıkça söylenemeyen söz, sayılarla harflerin ardına gizlenmişti.
ondördüncü yüzyılda yaşamış olan Fazlullah; sayılar, harfler, işaretler komedyası
arkasında açık seçik olarak şunu söylemektedir: Biz, evrenin tanrısı olarak
ancak insanı bulduk (Ma Hüday-ı alem adem yaftim).

  1. yüzyılın ikinci yarısında bile kolaylıkla söylenemeyen bu sözü XIV. yüzyılda
    söyleyebilmek için harflerin, sayıların ardına gizlenmek gerekirdi elbet.
    Mevlânâ Celaleddin (1207-1273), bir şiirinde şöyle demektedir: Bizim yo
    lumuz, Şu güzelim dünyada yaşamak yoludur… Bir başka şiirinde de şöyle diyor:
    Körün ayağına bir engel takıldı, yaygıyı yayan iyi yaymamış dedi. Yaygıyı
    yayan da, a kör dedi, kimseye suç yükleme; sen tutacağın yolu görmüyorsun.

Mevlânâ’nın öğrencileri arasında Süryanos adında bir de Rum delikanlısı
var. Çetrefil lakırdı etmesini beceremeyen, açık sözlü bir genç olacak ki,
uluorta konuşmalarından ötürü yakalayıp kadı’nın önüne götürüyorlar. Kadı
soruyor: Sen Mevlânâ’ya tanrı diyormuşsun, doğru mu?.. Süryanos hep o açık
sözlülükle: Yalan, diyor, ben Mevlânâ’ya tanrı demedim, tanrıyı yaratandır
dedim. Tanrı benim, ama bunu yıllardır bilmiyordum, bana tanrı olduğumu
Mevlânâ öğretti… Süryanos’u iyice çıldırmış sanarak bırakıyorlar. O da gelip
olupbitenleri Mevlânâ’ya anlatıyor. Mevlânâ: Kadı’ya deseydin ki, diyor, yazıklar
olsun sana, eğer sen de tanrı olamadıysan.

Mevlânâ’ya göre bilgi, insanı öbür varlıklardan üstün kılar. Evrenin bütün
varlıkları içinde bilgiye erişmiş olan tek varlık insandır. Her ne kadar evrendeki
bütün varlıklar aynı varlığın belirtisiyseler de, insan, bilgisiyle, hepsinin
üstündedir. Hacı Bektaş’a göre de her insan, gereken bilgiye erişmiş değildir.
Gereken bilgiye erişen insana kutup (değirmen taşının ortasındaki demirin
adı) denir. Değirmen taşı nasıl kutbun çevresinde dönerse, evrende öylece
kutbun çevresinde dönmektedir. Sayısı pek çok olan bu kutupların içinde de
biri vardır ki; tam ve yetkin bir bilgiye erişmiştir, ona da kutuplar kutbu (kutbül-
aktab) denir. Kutuplar kutbunun bir yanında sağ imam, öbür yanında sol
imam oturur (imaman). Bu büyük yöneticiler üçler adını taşırlar. Bunlardan
sonra evrenin dört yanını yöneten dört direk gelir (evtad-ı erbaa). Dört direkten
sonra gelen rütbe aptallar (abdaller ya da büdela; aptal ve budala sözcüklerinin
nereden geldiği de böylelikle anlaşılmış oluyor) rütbesidir. [sayfa 152] Üçlerden
sonra direklerle aptallar, beşler adını alırlar. Bunların altında da yediler,
kırklar ve üç yüzler (rükeba, nüceba, nükeba) vardır. Üç yüzler, bir çeşit genel
kuruldur. Evren, bu organlarla yönetilir (saltanat-ı ilahiye).

Mevlânâ Konya’da, Hacı Bektaş Kayseri’de tasavvufu sürdüredursunlar,
aynı yüzyılda yaşayan bir de alçakgönüllü Yunus Emre var. O da, kendi köşeciğinden
güzelim Türkçeyle şöyle mırıldanmaktadır:

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.

Bütün bunların altında yatan gerçek nedir?

Dokuzuncu yüzyıl tasavvuf bilginlerinden Bayezid-i Bistami, yüzyıllardan
beri tartışılan ünlü göğe çıkma (miraç) hikayesiyle, bu gerçeği anlatmaktadır:
On iki yıl benliğimin demircisi, beş yıl gönlümün aynası oldum. Sonra, bir
yıl, bütün gücümle, gönlümle benliğimin arasına baktım. Dışımda bir dinsel
yadsıma (küfür) kemeri gördüm. On iki yıl onu kesmek için çalıştım. Sonra
baktım, içimde de bir dinsel yadsıma kemeri gördüm. Beş yıl da onu kesmek
için çalıştım. Halka baktım, onları ölmüş gördüm. İlk anladığım şey Tanrı birliğiydi
(vahdaniyet). Bir kuş oldum. Nitelik (keyfiyet) havasında on yıl uçtum.
Bu havadan yüz milyon kez daha büyük bir havaya ulaştım. Öncesizlik (ezeliyet)
alanına erişinceye kadar uçtum. Öncesizlik alanında Ahadiyet ağacını
gördüm. Gördüm ve anladım ki, bütün bunlar hud’aymiş (hud’a, hiyle demektir).

Yorumcular, Bistami’nin son sözünü şöyle yorumluyorlar: Gördüğüm her
şeyin Tanrı değil, ben olduğumu anladım.

XIII. yüzyıl tasavvuf bilginlerinden Feridüddin Attar, Mantık-ut-Tayr adlı
hikayesinde bu gerçeği açıkça anlatmaktadır: Kuşlar, kendilerine, bir kral
seçmek isterler. Kuşlar krallığına Kafdağı’nın ardında oturan Simurg’u (anka
kuşu) uygun bulurlar. Hep birden, Simurg’a gidip önünde yere kapanmak için,
yola koyulurlar. Kafdağı’nın ardına ulaşmak kolay bir iş değildir. Yolda, kuşların
yarısı ölür. Amaçlarına varabilmek için daha yedi alan geçmeleri gerekmektedir.
Bu yedi alanı geçinceye kadar bir o kadar kuş daha ölür. Sonunda,
milyonlarca kuştan ancak otuz kuş kalmıştır. Onlar da bitkinlikten can çekişmektedirler.
Kafdağı’na varınca, buldukları Simurg kendilerinden başka bir
şey değildir (Simurg Farsça otuz kuş demektir).

Hikayeden çıkan sonuç şudur: Tanrıyı arayan, sonunda kendisini bulur.

XIII. yüzyılda Hasan bin Sabbah, kartalların bile uçamadığı Alamut kalesinde,
Bâtınîye tarikatını kurdu (bu tarikata Melahide, İsmailiye, Haşhaşiye adları
da verilmektedir). Öğrencilerini afyonla (haşhaş) sersemletip istediğini yaptırıyordu.
Selçukluların ünlü başbakanı Nizamülmülk böylelikle öldürülmüştür.
Hasan bin Sabbah’a göre, dinin bir içi, bir de dışı vardır. Gerekli olan, bademin
kabuğu değil içidir. Ku’ran’ın dış anlamı değersizdir, iç anlamsa kitaba bakarak
anlaşılamaz. Bunu bildirmek için temiz yürekli (masum) bir imamın varlığı
yeter. Temiz yürekli imamın buyrukları kesin olarak yerine getirilmelidir.
Kutsal kitapların dış anlamlarını (zahir ilmi) peygamberler, iç anlamlarını
[sayfa 153] (batın ilmi) da imamlar bildirirler. Tenzil adı verilen dış anlamlar kafaları
olgunlaşmamış insan sürülerini yönetmek içindir, gerçek tevil adı verilen
iç anlamlardadır. Örneğin, dış anlamda evli erkek ve kadınların birbirleriyle
cinsel ilişki kurmalarını bildiren zina, iç anlamda tarikat sırlarını açıklamak
demektir. Dış anlamda ölüler dünyası olarak anlaşılan ahret, iç anlamda evrenin
dönerek kesintisiz insan oluşunu anlatır. Müstecip ve mezun derecelerini
atlayanlar dâî derecesine yükselince dış anlamlardan kurtulurlar. Tasavvufun
ünlü ilkesi şudur: Misk derler, bu laftır, miskin anlamı kokusundadır.

Bugün Hindistan, Afganistan, İran, Türkistan, Arabistan, Yemen, Suriye, Irak
ve Anadolu’da yaşamakta olan Bâtınîliğin en büyük imamı (sahib-i azam) Kerim
dördüncü Ağa Han’dır. Kerim Han’ın, Peygamberin kızı Fatma’yla Ali’nin
soyundan gelme torunu olduğuna inanılır. Kendisine bağlı olanlar her yıl onu
altın ve elmasla tartarlar. Her yıl, ağırlığının paraca tutarı kendisine verilir. Babası
Ahmet Ağa Han, Kerim Ağa Han’dan daha ağır olduğu için 1946 yılı tartısında
3.600.000 İngiliz lirası almıştı. VIII. yüzyılın sonlarına doğru imam olan
Cafer-üs-Sadık’ın (Fatıma’yla Ali soyundan 6. imam) oğlu İsmail’e bağlanmak
amacıyla İsmaililer adıyla anılan günümüz Bâtınîleri, öğretilerini şu dört ilkede
açıklamaktadırlar:

  1. İmamlık, İsmail’in çocuklarına özgüdür.
    2. İmamın her yaptığı gerçektir.
    3. İmamın her sözü Ku’ran’dır.
    4. İmam, yeryüzünde Tanrı’nın ruhunu taşıyan kutsal bir varlıktır. ondördüncü
    yüzyıl tasavvuf bilgini Şeyh Bedreddin, Varidat
    adlı ünlü yapıtında, bu
    gerçeği, şöyle özetliyor: Tapınma (ibadet), içimizin arınması içindir. Gerçek
    tasavvufçu, herkesin anlayamadığı şeyleri bildiği halde, bunları halka söylemez.
    Bildiklerini açığa vurursa onu öldürürler. Buna, ikiyüzlülük diyebilirsiniz.
    Ama dışla için bir ayrılığı olmalıdır. Her inanış, kendi alanında değerlendirilmelidir.
    Gerçek, halka daha işin başında ve açıkça söylenirse ya yollarını sapıtırlar,
    ya da o gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek ayrı ayrı gözetilerek,
    ortalama bir yolla, halkı gerçeğe yavaş yavaş alıştırmak gerektir.
    Bu alıştırmayı sağlamak için tasavvuf tarikatlarında dokuz derece vardır:
  2. İlk derece, inceleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna tafarrus
    deniyor).
    Dışarıda bulunanlardan içlerine alacakları kişiyi uzun uzun incelerler.
    Kendini beğenmişlerle inatçıları bir yana ayırırlar, onlarla uğraşmazlar. Tasavvuf
    dilinde şöyle sözler vardır: İçinde ışık olan evde konuşmayınız, çorak
    tarlaya tohum saçmayınız… Bu sözlerin açık anlamı şudur: Felsefemizi anlayamayacak
    kadar budalaları, kendini beğenmiş ahmakları, inatçı aptalları içimize
    almaya çalışıp bizi boş yere uğraştırmayınız… İnceleme süresi, ortalama
    bir yıl sürer. İnceleme çalışması çok ilgi çekicidir: Her düşünceyi destekleyip
    o düşünceden yana görünerek inceledikleri kişiyi gereği gibi konuştururlar.
    Kuşkucuların kuşkularını büsbütün artırırlar.
  3. İkinci derece, alıştırma derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta’nis
    deniyor).
    Bu derecede, tutumu iyice öğrenilmiş kişinin dostluğu kazanılmaya çalışılır.
    Bu dostluğu günden güne güçlendirmek için her araca başvurulur. [sayfa
    154]
  4. Üçüncü derece, kuşkulandırma derecesidir (tasavvuf dilinde buna taşkik
    deniyor). Akıllıca düzenlenmiş sorularla, içeriye almayı uygun gördükleri
    kişiyi iyice denerler, kuşkusunu artırırlar ya da uyandırırlar. Sorular şöyledir:
    Cennetin kapısı niçin sekiz tanedir de cehennemin kapısı yedi tanedir?.. İnsanın
    kulağı ikidir de niçin dili tektir?.. Namaz neden şu zamanda kılınır da bu
    zamanda kılınmaz?..
  5. Dördüncü derece, bekleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta’lik
    denir). Yukarıdaki sorularla merakı uyandırılan kişi, soruların karşılıklarını öğrenmek
    ister. Bu karşılıkları öğrenebilmek için yemin etmek gerektiğini söyleyerek
    bekletirler. Kişinin kuşkusu, merakı ve tarikata girme isteği, böylelikle,
    tutku çizgisine yükselir, dayanılamayacak bir duruma gelir.
  6. Beşinci derece, yemin ettirme derecesidir (tasavvuf dilinde buna rabt
    denir). Tarikata girecek kişiye, kendisine verilecek sırları hiç kimseye açıklamayacağı
    yolunda çok ağır yemin ettirilir. Bu yemin, bir törenle yapılır. Tören,
    yeminin değerini artırmak için, bir hayli süslü ve özentilidir.
  7. Altıncı derece, açıklama derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta’sis
    denir).
    Son söz söylenmez. Ancak, yavaş yavaş açık (zahir) ve gizlinin (batın) anlatılmasına
    girişilir. Açığın boşluğu karşısında gizlinin yüceliği, gücü belirtilir. Gizlinin
    ancak, kendisi gibi yüksek anlayışlı kimselerce anlaşılabileceği, böylesine
    yüksek anlayışlı kişilere söylenebileceği sezdirilir.

7…. (Bu baskıda 6. derecenin tekrarı olarak yer almaktadır. -Eriş
Yayınları’nın notu.)

  1. Sekizinci derece, çıkarma derecesidir (tasavvuf dilinde buna hal denir).
    Gizliyi öğrendikten sonra açığın hiçbir değeri kalmadığı anlatılır. Böylece, birçok
    dinsel yükümler kaldırılır. Tapma biçimleri, akla ve gönül basamaklarına
    yönelir.
  2. Dokuzuncu ve sonuncu derece, sıyrılma derecesidir (tasavvuf dilinde
    buna insilab denir). Bu dereceye yükselen kişi, artık dinsel yasaların, yasakların,
    törelerin, törenlerin tümünden kurtulur. Kendisiyle baş başa kalır.
    Tarikata giriş, birçok tarikatlarda özel bir töreni gerektirir. Örneğin Bektaşilikte
    bu tören şöyle yapılmaktadır: Tarikata girecek kimseye harici denir.
    Rehber adı verilen yol gösterici, kendisini mahfil’in kapısına getirmiştir. Kapının
    dışında harici muhafız adı verilen bir dış bekçi, kapının içinde de dahili
    muhafız adı verilen bir iç bekçi vardır. Haricinin üstünden dünyayı andıracak
    bütün mallar alınmıştır. Başı açık, gözleri bağlıdır. Rehberin de sol eli omuzuna
    doğru göğsündedir. Haricinin boynuna tıyg-ı bend denilen bir ip bağlanmış
    ve bu ipe elin, belin, dilin kilitlendiğini göstermek için üç düğüm atılmıştır.
    Rehber, dünyanın bütün kirlerinden temizlenmesi için hariciye aptes aldırır.
    Ellerini yıkatırken, “bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin”, ağzını yıkatırken,
    “bu ağız bundan sonra hiçbir yalan söylemesin”, ayaklarını yıkatırken,
    “bu ayaklar bundan sonra doğru yoldan şaşmasın”, bir havlu verip yüzünü
    kurulatırken de, “bu ana kadar işlediğin bütün çirkâb-ı mâsivâdan yüzünü
    sil” der. [sayfa 155]

Rehber, kapıda, şu terceman’ı okuyarak haricinin içeri girmesi için izin
ister: Bismişah, Allah Allah, eli erde, yüzü yerde, özü darda, erenlerin darı
mansurunda, Muhammed Ali divanında, Pir huzurunda; boynu bağlı, başı
açık, canı kurban, teni terceman, müteehhil ikrarı vermek isteyen falanca
adlı bir koç kuzulu kurbanımız var. Erenlerimizin pendü nasihatıyla hareket
etmek ister. Hanedan-ı ehl-i beyte tevelld ve teberra kılmak şartıyla pirimiz
hünkarımız Hacı Bektaş Veli efendimizin katarına katılmak ister. Getirelim
mi, emir mürşidimizin, ne buyrulur, şahım erenler?

Bektaşi babası, mahfildeki kardeşlerin oylarını alır ve haricinin içeri girmesine
izin verir. Harici, içeriye, üçer adımda bir durup peymançe’ye geçerek
girer. Peymançe, henüz doğmamış çocuğun ana karnındaki duruşunu andıran
bir duruştur. Mahfilde üç, beş, yedi ve on iki olmak üzere kümelenmiş
mumlar yanmaktadır. Rehber, hariciyi, mürşit adı verilen aydınlatıcıya teslim
eder. Mürşit, hariciye şöyle seslenir: Ey talip, Hacı Bektaş efendimizin yoluna
girmek istiyorsun. Bu yol çetindir, kıldan ince kılıçtan keskindir, melamet yoludur,
demirden yaydır. Erenler, “gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı,
dönenin canı” buyurmuşlar. Erenlerin nasihatlarıyla hareket edecek kuvveti
ve azmi kendinde buluyor musun, ne dersin?.. Talip, mürşidin bu sorusuna:
Allah eyvallah, diye karşılık verir. Mürşit, bu karşılığı alınca şu sözleri söyler:
Nefsinle mücadele et, herkese iyilikte bulun, batıla uyma, kudretin varken af
fet, devletin varken mütevazı ol, kimseden mürüvvet ve insaf bekleme, eline,
beline; diline sahip ol, hakikat sırlarını faş etme.

Mürşit, bu sözleri söyledikten sonra talibin başına bir taç giydirir, kulağına
da şu sözleri fısıldar: Şeriatta üstün varol, tarikattan haberdar ol, marifette
payidar ol, hakikatte sabit kadem ol.

Bu sözlerin anlamı şudur: Harici şeriattan gelmektedir, tarikata girmiştir,
marifet -başka bir deyişle, açık anlamların altındaki gizli anlamlar- öğrenecek,
gerçeğe ulaşacaktır.

Bundan sonra rehber, talibi mürşidin önünden alıp öteki makamların önüne
götürür. O makamlar da talibe gerekli bilgiyi verirler. Rehber, cümleden
cümleye selam ve niyaz!.. diye bağırarak talibi yerine oturtur. Mürşit sol eline
bir kap su, sağ eline de bir tutam tuz alır: Halil İbrahim peygamber, Tanrı’ya
itaat ederek nefsini Rahmana, malını konuklara, cesedini ateşe, oğlunu kurban
olmaya teslim ettiği halde gene de hamdetmekte kusur etmedi. Lanet
olsun ahdini bozana!.. diyerek acı tuzu tatlı suya atar ve talibe içirir. Su kabı
elden ele dolaşarak bütün erenler birer yudum içerler. Sonunda mürşit de bir
yudum içerek, esselam ey hazırun! diye bağırır, işbu kişi teslim oldu ve erenler
yoluna niyet kıldı, huzurunuzda suya ve tuza ant verdi ki, yüz döndürmeye,
bu yolda ve kapıda oLa.

Su, bilimi ve bilgeliği (ilim ve hikmeti) tuz da tüzeyi ve erdemi (adalet ve
fazileti) göstermektedir. Suyun, yaratıcı ilk unsur olduğunda Tanrı düşüncesiyle
insan düşüncesi birleşmektedir. İ.Ö. VI. yüzyılda filozof Thales ,ilk yaratıcı
maddenin su olduğunu söylemişti. İ.S. VII. yüzyılda Ku’ran, Enbiyâ suresinde,
“biz her şeyi sudan yarattık” demektedir. [sayfa 156]

Pythagoras’ın sayı mistikliği hemen bütün tarikatlarda yer almıştır. Üç, beş,
yedi, dokuz, on iki sayıları kutsaldır. Bâtınî adı altında toplanan tarikatlara göre
insandan sonra üç varlık (zaman, mekan, kaos-ced, feth, heyula) meydana
gelmiştir. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed olmak üzere beş peygamber
vardır (peygamberlik, tasavvufta, sadece bir bilgi derecesidir). Beş peygamberi
yedi imam izler, her imamın on iki huccet’i vardır (huccet, imamdan sonra
gelen derecedir). Huccetten sonra daî, mezun, müstecip dereceleri gelir.
Yedi yıldız, on iki burç, haftanın yedi günü, yılın on iki ayı, boyundaki yedi
kemik, beldeki on iki fıkra, yedi kat gök, yedi iklim, insanın yüzündeki yedi
delik hep bu anlamları karşılamaktadır.

Tasavvuf tarikatlarının, bütün gizliliklerine ve kimi yerde, Şeyh Bedreddinin
de söylediği gibi, ikiyüzlülük sayılabilecek sözlerine rağmen akılcı ve bilimci
maddecilikleri açıkça görülmektedir. Ruh sözcüğü, genellikle, maddesel birliği
daha iyi açıklayabilmek için kullandıkları karşıt bir sözcüktür. Keramet denilen
doğaüstü yetenekler, bilgisizleri adam etmek için kimi yerde kullanmak
zorunda kaldıkları çocukça oyunlardan başka bir şey değildir. Hemen bütün
tarikatlarda hiçbir doğaüstü yeteneğe inanılmaz. Acayip ve garaip görmek istersek
kendimize bakarız, derler. Ünlü Türk ozanı Yunus Emre, tasavvuf düşüncesini,
şu mısralarıyla özetlenmektedir:

Allah’ı ararsan gönlünde ara,
Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değildir.

Böylesine bir gerçeklikte insanla ağaç, toprakla yıldız birbirinden ayrılamazken,
Müslüman’la Hıristiyan’ı ayırabilecek hiçbir neden kalmamıştır. Ünlü
tasavvuf şairlerinden Nasır Hüsrev (1003-1088), Divan’ında şöyle demektedir:
Senin Hıristiyanlardan üstünlüğün nedir? Kafandan bu kuruntuları çıkar. Sen,
Muhammet’e inanmış, ona yapışmışsın. Oysa Hıristiyanlar, İsa’yı tutmuştur.
Onlar peygamberdirler, yoldaştırlar. Senin Hıristiyanlığa düşmanlığın saçmadır,
boşunadır.

  1. yüzyılın sonlarına doğru, Fatımi halifesi Müstansır Billah’ın -Fatımiler,
    Bâtınîlik gücüyle bir imparatorluk kurmuşlardır- iki büyük tarikat çağrıcısı
    (dai-i azam) Mısırdan gizlice yola çıkmışlardı. Bunlardan biri Nasır Hüsrev’di
    ve halifenin buyruğu gereğince Horasan’a gidiyordu. Öteki Hasan Sabbah’tı
    ve halifenin buyruğuyla Alamat kalesinin yolunu tutmuştu.

    Hasan Sabbah’ın cinayetler tertipleyerek başardığını, Nasır Hüsrev felsefe
    ve edebiyat yapıtları tertipleyerek başarmaya çalışıyordu. Saadetname, başından
    sonuna kadar bir öğütler dergisidir: Dünyanın mutluluğu köylüdendir.
    Ekinler; bağlar, bahçeler onun emeğinden meydana gelir. Âdemoğulları
    için bundan daha iyi iş olur mu? Köylü yılanın, karıncanın ve ister insan ister
    yük hayvanı olsun herkesin rızkını rahatça verir. Eğer köylü böyle olursa
    -ki olması gerektir- melekleri bile yener. Bu dünyada akıllıca tohum ekenler,
    ahrette cennet bahçesinin çiçeği olurlar (Saadetname, XXIII, 220-225). Bu
    dünyada bulunan üç grup insan, bütün öteki grupların en şereflisidir. Bunlar,
    Tanrı’nın has ve seçkin kullarıdır. Bu yücelerin ilki peygamberler, ikincisi ermişler
    (imamlar), üçüncüsü filozoflardır (nebiler, veliler, hakimler). Bunlar,
    kuşa kurda rahatlık ve mutluluk bağışlarlar. Geri kalan insanlarsa [sayfa 157] ayak
    takımıdır (avam sınıfındandır), birbirlerini yaralayıp sokmakta yılana ve akrebe
    benzerler. Tanrı’nın seçkin kulları olan imamlar yücedirler ve her görmüş
    oldukları şeyin gerçeğine ermişlerdir (Saadetname, XXIV, 230).

İNSANIN İNSANLA SAVAŞI

Değil insanları, evrendeki bütün varlıkları birbirleriyle kardeş sayan içsel
düşünce akımı (batın ilmi), özel mülkiyetin kaldırılması ve mal ortaklığının
kurulması sonucunu doğurmuştur. İslam tarihi, Şii-Bâtınî tarikatların bu konudaki
savaşlarıyla doludur. Babekilik, Karmatilik, Anadolu’da Şeyh Bedreddin
tarikatı, Bektaşilik, Hurufilik gibi birçok tarikatlar özel mülkiyetle açıkça
savaşmışlardır. Tasavvufun ilkesi şudur: Her şeye malik ola ve bir şeye malik
olmaya… dokuzuncu yüzyılda, iki ünlü tasavvuf bilgini, İbrahim Ethem’le Belhii
Şakik, şöyle konuşuyorlar. Türk bilgini Şakik soruyor: Sizin yaşama ilkeniz
nedir?.. İbrahim Ethem, bulunca Şükrederiz, bulmayınca sabrederiz, diyor.
Şakik, onu bizim Horasan’ın köpekleri de yapar, diye karşılık veriyor, bulmayınca
şükretmeli, bulunca dağıtmalı.

Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, aşağı Mezopotamya’da, köleler efen
dilerine isyan etmişlerdi. Bu isyan bastırıldı ama, toplumsal tedirginlik bütün
sarsıntısıyla gittikçe daha çok büyüdü. Başları ezilmiş gibi görünen isyancı
Zanç birlikleri, kalabalık işçi ve rençber topluluklarının da katılmasıyla yeniden
güçleniyorlardı. Kendi aralarında haberleşebilmek için gizli bir alfabe
yaptılar. 980 yılında yeniden patlayacak ve uzun yıllar devam edecek olan bu
isyanları Savad’ın dışında oturan gizli şefler yönetiyorlardı (karmata, gizleyen
anlamındadır). Vasit bölgesi dolaylarında, bu gizli şeflerden aldığı buyruklarla
işe koyulan Hamdan Karmat, Kufe’nin doğusunda müstahkem bir yer yaptırmıştı.
Bu yerde ortaklaşa yaşanıyor, ortak sofralarda yemek yeniyor, bütün
mallar ortaklaşa kullanılıyordu. Giderler, ortak bir kasadan harcanmaktaydı.
Gittikçe güçlenen ayaklanmanın başarıya ulaşabilmesi için Arap aristokratlarının
partizanlıklarından yararlanmak gerekiyordu. Bu düşünceden yola çıkan
Karmatîler, hilafetin Ali çocuklarına özgü bulunduğu savını, bir araç olarak,
ortaya attılar. Hiç de umurlarında bulunmayan bu siyasal sav, onlara, Arap
dünyasının büyük çoğunluğunu kazandırıyordu. Gerçekte, yıkılması gereken
şu ya da bu halife değil, eskimiş bir düzendi. Bu eskimiş düzenin tohumları
da Ömerin halifeliği çağında atılmış bulunuyordu. İran’ın ezilmesinden sonra
Arap develeri, taşıyamadıkları bir yükün altında büsbütün kamburlaşarak,
Medine’ye yönelmişlerdi. Hikayeye göre, İran elmaslarını taşıyan bu develeri
görünce Ömer ağlamaya başlamış; keşke aramızda ateşten bir dağ bulunsaydı
da bizler İran’a gidemeseydik, bütün fitneler işte bu elmas yığınlarının
içinde gizlidir, demişti.

Karmatîlik akımı, dokuzuncu yüzyıldan başlayarak XII. yüzyıla kadar İslam
dünyasını sarsan, eşitlik (iştiraki) temeline dayanan geniş bir toplumsal tepkidir.

Ondördüncü yüzyılda Şeyh Bedreddinin XIII. yüzyılda Baba İlyas ve Baba
İshak’ın liderliklerinde baş gösteren halk ayaklanmaları, Karmatî ayaklanmaları
gibi, [sayfa 158] görünüşte ileri sürülen dış nedenlerin ötesinde, aynı bir iç
nedene (bir batıni nedene) dayanmaktadır. Bu iç neden, dokuzuncu yüzyılın
başlarında -Karmatîlerden yetmiş beş yıl önce- Azerbaycan’da baş kaldıran
Babek ayaklanmasında, hiçbir gizliliğe bürünmeden, açıkça dilegetirilmiştir.
Hurremîlerin başına geçen Babek, insanlar arasında eşitlik ve bütün mallarda
ortaklığı savunmaktadır. Asya ve Afrika topraklarını köklü bir toplumsal tedirginlik
sarmıştır. Gittikçe genişleyen İslam akınları, bu topraklarda yaşayan
çeşitli halkları yoksulluğa düşürmüştür. İslam dünyasında da varlıkları her gün
biraz daha artan küçük bir azınlığın karşısında, yoksullukları her gün biraz daha
derinleşen büyük bir çoğunluk türemektedir. Ekonomik alanın alabildiğine
genişlemesi büyük rekabetlere yol açmıştır. Gittikçe zenginleşen yeni bir aristokratlar
sınıfı doğmuştur. Öte yandan İslam ordularının girdikleri toprakların
halkları ağır vergiler altında ezilmektedirler. Önce Müslüman olmayanlardan
alınan bu ağır vergiler, sonra Müslüman olanlara da yükletilmiştir. Önce din
adamlarına tanınan az vergi ayrıcalığa (imtiyaz), halkın ağır vergiden kurtulmak
için din adamı kılığına bürünmesi karşısında, din adamlarından da kaldırılmıştır
(bu konuda bkz. Hilmi Ziya Ülkenin notlar eklediği Tahir Harimi’nin
Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, 1940, s. 23-30).

Hurremîler Babekin yönettiği tarikat Mazdekçiliğin ezilmesinden sanra
İran’dan kaçarak öteye beriye dağılan Mazdekçilerin düşünsel torunlarıdır.
Bunların Asya ve Afrika’da dağılışlarını Nizamülmülk şöyle anlatmaktadır:
Mazdek, mal insanlar arasında ortaktır, diyordu. Çünkü insanlar, Tanrı’nın
kulları ve Ademin çocuklarıdır. Her biri ihtiyacına göre yekdiğerinin malını
kullanmalı ve hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit
olmalıdır. Mazdekin bu sözleri üzerine herkes malını ortaklığa koymuştu…
Mazdek öldürüldükten sonra karısı Hürrem binti Kade, iki adamıyla birlikte
Medayin’den kaçtı. Rey kasabasına giderek halkı kocasının yoluna çağırdı.
Peşine takılanlara Hurrem Din adı verildi… Hurrem Dinliler her yana dağıldılar
ve her kentte başka bir ad aldılar ve her yerde de sürekli olarak baş kaldırdılar.
Bâtınîler onlarla beraber oldu, çünkü her iki mezhebin aslı birdir (Siyasetname,
Mehmet Şerif çevirisi, s. 205, 216 ve 234).

Acı ve yoksulluk çeken geniş halk yığınlarını insan etmek için toplumu düzenlemek
gerektiğini ilerisüren bir de Türk bilgini var: Şeyh Bedreddin (13571420).

Şeyh Bedreddin bir Selçuk prensidir, Sultan II. İzzeddin Keykâvus’ un beşinci
kuşaktan torunudur. Edirne’nin yakınındaki Simavna kasabasında doğmuştur.
Babası Gazi İsrail, Simavna kalesini alan Türk ordusunun kumandanıydı.
Kalenin alınışından sonra da Simavna kadısı olmuştur. Bedreddin, Yıldırım
Bayezidin Timura yenilmesinden sonra Bayezidin oğlu Musa Çelebi’nin kazaskerliğini
yapmıştır. Bayezidin öteki oğlu Mehmet Çelebi, kardeşini ortadan
kaldırıp yönetimi tek başına ele alınca (1413) İznik’e sürülmüş, halifelerinin
çıkardığı isyanlar sonunda da yakalanarak Serez’de asılmıştır. Serezin Yunanlılara
geçişinden sonra Bedreddinin kemikleri bir sandık içinde İstanbul’a getirilerek
Topkapı Sarayı Müzesi,’ne konulmuştur.

Bedreddinin toplumculuğu, sürgün olarak gönderildiği İznik’te başlıyor.
Kendisi, toplumsal düşüncesini şöyle anlatmaktadır: Tanrı, dünyayı yarattı ve
insanlara [sayfa 159] verdi. Şu halde dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri
insanların ortak malıdır. İnsanlar eşit olarak yaratılmışlardır. Birinin mal
toplayıp öbürünün aç kalması Tanrı’nın amacına aykırıdır. Ben, senin evinde
kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen, benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin.
Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizindir.

Tanrı, insanlara akıl verdi. Herkes, Tanrı’yı aklının erdiğince kavrayabilir.
Birinin kavrayışı ötekinin kavrayışına benzemeyebilir. Aynı kavrayışta bulunmayanların
birbirlerini kınamaları, birbirlerini zorlamaları doğru değildir: Düşünce
ve vicdan özgürlüğü, doğal düzenin ürünüdür. Ayrılıklar din adamlarının
işleri karıştırmasından doğmuştur. Bunlar ortadan kaldırılırsa bütün dinler
bir olur. Hıristiyanların Tanrı’yı kavradıklarını yadsımak dinsizliktir. Onlar da
aynı Tanrı’ya tapmaktadırlar. Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Mecusi hep aynı
Tanrı’nın kuludur. Hepsi kardeştirler. Aralarında sevgi ve saygı olmalıdır. Onların
bu sevgi ve saygıları gerçeği yanlışa üstün kılacak, amaç, gürültüsüzce
kendiliğinden elde edilecektir. Birbirlerini sevenler ve sayanlar her zaman bir
leşebilirler.

Hükümet, seçimle kurulmalıdır. Ulus, tam bir özgürlük içinde oyunu kullanabilmelidir.
Kıyan ve zorba (zalim ve mütegallip) bir hükümetin buyruklarına
uymamak gerekir (caizdir). Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler hep
zorbalığın ürünüdür. Bu zorbalığa boyun eğilmemelidir.

Bedreddinin açık seçik maddeciliği, tasavvuf konusundaki düşünceleriyle
büsbütün belirmektedir. Örneğin, varsayılan ölüm ötesi (ahret) üstüne
hemen bütün tasavvuf bilginleri sustukları, gerçek düşüncelerini açıklamak
gücünü, gösteremedikleri halde Şeyh Bedreddin, Varidat adlı yapıtında korkusuzca
ve açık yürekle şunları söylemektedir: Ruhlar, maddelerde bulunan
güçlerden ibarettir. İnsanı iyiliğe sürükleyen kendi gücü melek, kötülüğe sürükleyen
kendi gücü de şeytandır. Bu güçler, sadece insanlarda değil, bütün
cisimlerde vardır. Örneğin, bir yağmur tanesi bir neden ve güçle oluşur (teşekkül
eder). Yağmur tanesini oluşturan ve tarlaya düşüren güce melek denir.
Deccal, Dabbe, Mehdi’nin görünmesi gibi kıyamet belirtileri yüzyıllardan beri
boşuna beklenmiştir, bundan sonra da boşuna beklenecektir. Vücut zerreciklerinin
bir kez dağıldıktan sonra yeniden bir araya gelmesine ve cesetlerin
yeniden dirilmesine (haşrine) imkan yoktur. Her güzel şey cennet, her kötü
şey cehennemdir. Kitaplarda tanımlanan cennet ve cehennem bir düşçülük
ürünüdür (hayal aleminde tahakkuk etmiştir).

Bedreddin, tapınma (ibadet) konusunda da şunları söylemektedir: Tapınma,
bütün namazlar ve niyazlar, ahlakın düzeltilmesi, içyüzün arınması
içindir. Gerçek tapınmanın hiçbir koşulu, sınırı, biçimi yoktur (yüzünüzü nereye
dönerseniz Tanrı oradadır, ayetini hatırlayınız). Tapınma, hangi biçimde
yapılırsa yapılsın, Tanrı’nın isteğine uygun olur. Gerçek tasavvufçu, herkesin
anlayamadığı şeyleri bildiği halde bunları halka söylemez. Onları meydana
apaçık koyarsa öldürüleceğini bilir. Gerçi bu, ikiyüzlülük sayılabilir. Ama dışla
için bir ayrılığı olmalıdır. Her inanış, kendi yerinde (mertebesinde) haktır.
Gerçek, halka, daha işin başında ve apaçık söylenirse ya yollarını sapıtırlar,
ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek, ayrı ayrı [sayfa 160] gözetilerek,
ortalama bir yolla birbirlerine alıştırılabilir. Ama her halde halk, gerçeğe (hakikate)
alıştırılmalıdır.

Halifelerinden Börklüce Mustafa’yla Torlak Kemalin çıkardıkları isyanlar
bastırılıp bağlılarının tümü kılıçtan geçirilince Şeyh Bedreddin, sürgün olarak
bulunduğu İznik’ten yola çıkarak Çelebi Sultan Mehmet’in o sırada bulunduğu
Serez’e kendi ayağıyla gelmiş ve boynunu ipe uzatmıştır. Tarih şöyle yazıyor:
Çelebi Sultan Mehmet, Bedreddini karşısında görünce, yüzünüz neden bu kadar
sarardı? diye sormuş. Bedreddin de şu karşılığı vermiş: Güneş, batarken
sararır.

İNSANIN KENDİSİYLE SAVAŞI

İnsan denilen varlık, kendisiyle savaşmanın mutluluğunu da sezmiştir.
Bu savaş, İslam düşüncesinde, Melâmilik adı altında yeni bir mutluluk yolu
(tarikat) olarak belirmektedir. Arapça melâmet sözcüğü, aşağılanma ve hor
görülme anlamlarına gelen levm kökünden türetilmiştir (levm sözcüğünün
çıkışma, azarlama, serzeniş, sitem gibi başka anlamları da var). Ku’ran şöyle
demektedir: Onlar ki kendilerini hor görenlerin hor görüşlerinden korkmazlar
(vellezine layehafune levmete laimün…). Nişabur kentinin Türk Müslümanları,
Tanrı’nın bu sözüne tutunarak, yepyeni bir yoldan mutluluğun peşine takılmışlardır.
Müslümanlık, henüz üçüncü yüzyılını yaşamaktadır (IX. yüzyıl).

Ku’ran’ın, ne sözcük, ne de yorumlanmış anlamlarını kurcalamadan, Tanrılık
düşünceye karışarak mutluluğa varmaya çalışanlar, insanlıklarını hor görmek
ve aşağılamak yolunu tutarlar. Hem kendi kendilerini kınarlar, hem de
başkalarının kendilerini kınamasını özlerler. Kendini üstün görmek, böbürlenmek,
ikiyüzlülük gibi kötü eğilimler böylelikle ezilecektir. Oysa bu, varılacak
bir amaç değil, varılmış bir amaçtır. Bu türlü davranışlar, varılmış amaca uygun
davranışlardır. Öğrenilecek ya da öğretilecek bir şey yoktur. Bilmek, bulmak,
olmak yeter. Melâmîlik, bu yüzden, tarikat biçimlerinin ve öğretilerinin
her türlüsünden sıyrılmış bir tarikattır. Ne özel giyiti, ne biçimciliği, ne dereceleri,
ne törenleri, ne de öğrenilmesi gereken bir yöntemi vardır: Kimi yazarlar,
bu nedenlerden ötürü, Melâmîliği bir tarikat saymamaktadırlar. Melâmîlik, kısaca,
şöyle tanımlanabilir: Kınanacak davranışlarla tanrısal sevinci duymak
düşüncesi.

Melâmi olmak isteyen, nerede olursa olsun çünkü Melâmîlerin tekke,
mahfil, zaviye gibi belli bir toplantı yerleri de yoktur yol göstericinin (mürşit)
önüne oturur. Yol gösterici, ne istiyorsun? diye sorar. Dilekçi, Hakkı istiyorum,
der. Yol gösterici (rehber), Hakkı isteyen Haktan başka her şeyi gönlünden çıkarır,
sen de böyle yap, diye karşılık verir. Tören, bu kadarcıktır. Bundan sonra
gönül boşaltma (tahliye-i derun; gönlün Haktan başka her şeyden boşaltılması)
başlar. Gönül boşaltma; yürürken, otururken, konuşurken, çalışırken, her
yerde bütün eylemlerin varlıktan (Haktan) geldiğini ve kendisinin de bütün
varlıklar gibi varlıkbirliği ya da tüm varlığın bir parçası olduğunu düşünerek
ölümsüzlük sevincini duymak demektir [sayfa 161] (Hakta fani olarak bekabillahı
zevk etmektir). Başkaca hiçbir bilgiyi gerektirmeden ömür boyunca sürecek
olan bu sevince melâmet neşesi denir: Artık, Melâmî olanın yapması gerekli
tek şey, kendi gibilerle oturup sohbet etmektir (muhabbette fena, sohbete
devamda vefa, marifette bekaa). Başkaca yapılacak. hiçbir şey yoktur. Ne
özel kılık, ne özel tören, ne özel yerlerde toplantı, ne tövbe, ne zikir, ne de
öğrenilmesi gereken başkaca bir bilgi… (Rüsum ve kuyudu ref, tarik-i tevhidin
esasıdır).

Görüldüğü gibi, Melâmet dışındaki dinsel yollar da (Sünniler ve Bâtınîler)
böyle bir sonuca, böylesine bir sevince varmaya, çalışmaktadırlar. Melâmîliğin
başkalığı, ötekilerde sonunda varılacak olan amacı çıkış noktası yapmış olmasındadır.
Bir şeriatçı (Ku’ran’ın sözcük anlamlarına uyan, Sünni) namazlar
kılacak, oruçlar tutacak, zekatlar verecek ve bütün bunları bir ömür süresince
yaptıktan sonra öbür dünyada Tanrısına kavuşacaktır. Bir marifetçi (Ku’ran’ın
nunda
ama gene de yaşadığımız dünyada Tanrıyla birleşecektir. Melâmîyse,
Melâmî olduğu gün bu zevke girmiştir ve artık ömrünce bu zevkle birlikte
yaşayacaktır. Daha açık bir deyişle, ,öteki yollarda sonda varılan melamet neşesini
Melâmîler önde elde ederler ve onunla birlikte yaşarlar. Melâmîlik, bir
yaşama biçimidir.

Melâmî adıyla anılan dokuzuncu yüzyılın ilk Melâmîleri, Nişabur kentinde,
böylesine yalın bir düşünceden yola çıkmışlardır. Gerçekte, Sünnilikle Bâtınîliğin
bir bireşimi (sentez) yapılmıştır. Melâmîlerde şeriat (sözcük anlamıyla
din) saygı görmektedir ve gerekli sayılmaktadır (Melâmîler tevil etmezler, tevcih
ederler; başka bir deyişle, sözcüğün açık anlamını daha bir açıklamaya
çalışırlar, sözcüğün anlamını bir yana bırakıp başka anlamlar yakıştırmaya
çalışmazlar). Buna karşılık, Bâtınîliğin varlıkbirliğini bir neşe kaynağı olarak
benimsemişlerdir, bu kaynaktan kendi deyişlerince zevk etmektedirler.

Melâmeti adıyla anılan ilk Melâmîler, Nişabur Türkleridir. Bu yolun ilk yolcusu
olarak da Ebu Hafs-ı Haddad (Ölümü: Hicri 260) adlı bir Türk gösteriliyor.
İnsanın, hem kendince hem de başkalarınca kınanması gerektiğini belirten
bir de ilgi çekici öyküsü var. Ebu Hafs, kendisinden öğüt almak isteyen birine
şöyle diyor: Ticaret yap, kazancını dilencilere dağıt, sonra sen dilen, ekmeğini
dilendiğin parayla al, daha sonra ticareti de, dilenmeyi de bırak.

Gene Nişaburda ve aynı yüzyılda Melâmîliği bir topluluk yolu olarak ortaya
atan da Hamdun Kassar (Ölümü: Hicri 271) adlı bir Türktür. XII. yüzyıla kadar
benliğini korumuş olan bu yalın Türk düşüncesi, XII. yüzyıldan sonra Bâtınîlikle
karışmaya başlamıştır. Katıksız Melametiliğin yerini, dinsel yasaklara aldırmayan,
Ali’cilik güden Kalenderiler almışlardır. Bu yüzden, önceleri Melâmetiliği
pek seven dinci toplum, Melametiliğe kötü gözle bakmıştır. Kalenderilik,

  1. yüzyılda Batı Türkistan’da ortaya çıkan Yesevi tarikatından türemiş, Nakşibendiliğin
    bir koludur. Katıksız Şii-Bâtınî ilkeler güden Yeseviye tarikatı, daha
    sonra, Bektaşiliği doğurmuştur. Bektaşilikten de Hurufilik, Abdallık, Haydarilik
    gibi kollar türemiştir. [sayfa 162]

XII. yüzyılda, Melâmîliğin bozulması ya da bozulmuş sayılması, Kalenderilerle
gelen aşırı Bâtınî düşüncelerinin, bu bireşimde, ağır basmaya başlamış
olmasındandır. Peygamberin amca oğlu ve damadı Ali, Türkler için, halifeliğe
getirilmiş ya da getirilmemiş olmasını umursamadıkları, saygı değer bir din
büyüğüdür. Mal ortaklığı ilkeleriyse Şamanlık dini günlerinden kalma, eski bir
gelenekleridir. (Ziya Gökalp, Dergâh dergisinde yayımlanan Türk Devletinin
Tekâmülü başlıklı yazsında, bu konuda önemli bilgiler vermektedir).
İlk Melâmîlerin, ilkeleri, yalın düşüncelerdir: Tanrı gereklidir (Allaha iftikar).
Peygambere benzemeye çalışmalıdır (Peygamberi taklit). Tasavvuf, iyilikçilikten
başka bir şey değildir. İnsanlara iyilik, yardım etmelidir. Ama onlardan yardım
istenmemelidir. Kendimizle uğraşmalı, başkalarının kusurlarını görmemeliyiz.
Hiçbir şeyle övünmemelidir. Dindarlık bile gizli tutulmalı, bir övünç
nedeni olmamalıdır. İnsanlara iyilik etmek de bir üstünlük zevki veriyorsa, bu
Böylesine sağlam bir temele dayanan Türk bireşimi melâmet düşüncesi,
gittikçe çeşitli düşüncelerle karışmaya başlayacak, ondokuzuncu yüzyılda
Şeyh Muhammed Nurun elinde yedi dereceli bir Bâtınî tarikatı biçimine girecektir.

XII. yüzyılda Kalenderilikle birleşen Melâmîlik, XV. yüzyılda Bursalı Ömer
Dede’nin elinde yeniden canlanmıştır. Bayramiye tarikatının kurucusu Hacı
Bayram ölünce; tarikat büyükleri anlaşamamışlar, Bayramiliği üç kola ayırmışlardır:
Fatih Sultan Mehmetin pek saygı gösterdiği ünlü Bayrami bilgin Ak
Şemseddin Şemsiye tarikatını, Ömer Dede Melâmîye tarikatını kurmuştur.
Bayramilikten türeyen bu Melâmîliğe Bayramî-Melâmîlik denir. Ak Şemseddin;
Hacı Bayram tacını, hırkasını tespihini, seccadesini ve asasını bana bıraktı,
diyerek posta oturunca, yıllardan beri onunla geçinemeyen Ömer Dede
(Emir Sikkini) şu karşılığı vererek Hacı Bayram’ın halifeliği iddiasından vazgeçmiştir:
Söyleyin ona, gerçek; taç, hırka, tespih, seccade ve asada değil,
kalb-i musaffadadır… (Melâmîliğin, her türlü biçimcilikten sıyrılma anlamını
hatırlayınız).

Ancak Bayramilik, Erdebil tasavvufçuları yoluyla gelen Halvetilikten doğduğuna
göre, Şii-Bâtınî ilkelerle yüklü bir tarikattır. Ömer Dede’nin Melâmîliği
de, dolayısıyla bu yükü yüklenmiş bulunmaktadır.

Artık, ilk Melâmîlerde bulunmayan, zikretmek yöntemi de uygulanmaya
başlayacaktır (zikretmek, sürekli olarak Tanrı’nın adını ya da sözlerinden birini
mırıldanarak, bir çeşit düşünsel sarhoşluğa erişmek, Tanrılık düşünceyle
birleşerek neşelenmek demektir). XVI. yüzyılda yaşayan Melâmî şeyhi İsmail
Maşuki, “Allah, Allah, Allah” diye zikredeceği yerde, ünlü enelhak’çı Mansurun
yolunda bulunduğunu anlatmak için, “Allahım, Allahım, Allahım” diye
zikretmeye başlamıştır. Buysa, düpedüz Mansurun dediği gibi, ben Tanrıyım
demektir. Usta bir ozan olan ve Oğlan Şeyh adıyla anılan İsmail Maşuki, bu
düşüncesini şiirlerinde de açıklamaktadır: [sayfa 163]

Değme bir hor ü hakîre hor deyu kılma nazar,
Kalbinin bir kûşesinde arş-ı Rahman gizlidir.

Daha sonra, başka bir Melâmî şeyhi, Hamza Bali gelecek ve varlıkbirliği
(vahdet-i vücut) sırlarını büsbütün açıklayacaktır. Bu şeyhten sonra Melâmîlik,
Melâmî- Hamzavî adını alarak yaşamakta devam edecektir. Hamzavîlerden
adı bilinmeyen bir ozan da, şunları söyleyecektir:

Ben ne dersem Hak onu işler hemen,

Şöyle henzer, ben onun ağasıyım.

Sonunda, ondokuzuncu yüzyılda, Seyyit Muhammed Nur adında Mısırlı bir
Arap şeyhi ortaya çıkacaktır. Yanya’ya gitmiş Nakşibendi olmuş, Mekke’ye gitmiş
Halveti olmuş, Usturumca’ya giderek Melâmîlikte karar kılmıştır. O günlerde
İstanbul’da Hamzavi-Melâmîlik yolunu Seyyit Abdülkadir Efendi yürütmektedir.
Muhammed Nur, İstanbul’a gelerek onları da kendi yoluna almak
istemişse de, Abdülkadir Efendi buna yanaşmamıştır. Muhammed Nurun açtığı
yeni yol, Hamzavî-Melâmîlerin bağımsızlığı karşısında, Nurîye Melâmîliği
adını almıştır.

Artık Melâmîlik, Arap ve Acem düşüncelerinin bir bireşimi olmak durumunu
yitirerek, tam bir Bâtınî-Şiî tarikatı biçimine girecektir. Muhammed Nur,
Rumeli’nin birçok yerlerinde tekkeler açtırmış, Ali’cilik gütmeye başlamış,
gerçek’i öğrenme yollarını derecelendirmiş, birtakım törenler tertiplemiştir.
Kesin olarak, Ali’nin yeniden dünyaya ineceğine inanmaktadır. Bu inanç, katıksız
Alevi inancıdır. Bu metafizik inançla yalın bir maddeciliği bağdaştırmaya
çalışmaktadır. Şeyh Bedreddin’in Varidat’ını yorumlayan bir yapıtında, açıkça
şunları söylemektedir: Bilgisizlere göre (avam) vücut, Hakkın (Tanrı’nın) vücudunun
gayrıdır. Bilgililere göre (havas) vücut, Hakkın vücudunun gölgesidir.
Tasavvufa erişenlere göre (asfiya) vücut, Hakkın vücudunun aynıdır.

Muhyiddin-i Arabî’yi yorumlayan yapıtında da şunları eklemektedir: İlah
ve Allah Arapçada müstağrik demektir ki, Türkçe kaplamak anlamındadır.
Şu halde, Tanrı, bütünlüğün adıdır. Onu, ondan başkası birleştiremez (tevhit
edemez). Çünkü, bir şeyi birleştirmek için bir başka şeyin de bulunması gerekir.
Başka şey olmayınca ne birleştirilecek?.. O halde, sen, sana secde edersin
(kendin için, kendine ibadet edersin anlamına; kendisi için namaz kılan
Hallac Mansuru hatırlayınız). Eşyanın vücudu, Tanrı’nın vücududur. Eşyanın,
bağımsız bir vücudu yoktur. Bu, suyun kara oranı gibidir. Kar, görünüştür (zahirdir).
Su temeliyse gizlidir (batındır). Halk (halk edilenler, yaratılanlar), Hakkın
belirmesidir (zuhurudur). Ondan başka varlık yoktur ki yeni varlıklar yaratılabilsin
(bir başka deyişle, yaratma yoktur; yaratılan yoktur, yaratan yoktur;
ancak varlığın çeşitli biçimlerde kendini göstermesi vardır).

Muhammed Nura göre, bu bütünlük’ün bilincine ve zevkine bilgiyle varılır.
Birleşme (tevhit, bütünlükten olduğunu duyma), anma ya da söyleme (zikir)
yoluyla elde edilecektir. Söyleye söyleye anma, anan, anılan (zikir, zakir,
mezkur) birleşirler. İnsanın bu bilgiye varması için yetiştirilmesi gerekir. Bütünlük
bilinci, [sayfa 164] her bilinçli insanın kendiliğinden, yetiştirilmeden elde
edebileceği bir bilinç değildir (bana Tanrı olduğumu Mevlânâ öğretti, diyen
Süryanos’u hatırlayınız). Bu bilince, altı basamakla çıkılır. İlk üç basamağa
birleşme katları (makamât-ı tevhit) ya da ölümlülük aşamaları (merâtib-i fena),
son üç basamağa da birlik katları (makamâat-ı ittihat) ya da ölümsüzlük
aşamaları (meratib-i beka) denir. Bu basamaklar şunlardır:

  1. Tevhid-i ef’al basamağı: Bütün eylemlerin, bütün olmakta olanların varlığın
    işi olduğunu bilmektir. İyilik- kötülük ayırımı bize göredir, varlığa göre ne
    iyilik vardır, ne de kötülük. Olmakta olan, olması gerekendir. Birinci basamakta
    bu bilgi zevk edilir.
    2. Tevhid-i sıfat basamağı: Yaşamak, bilim, buyrultu, işitmek, görmek, söylemek
    varlığa özgüdür. İkinci basamakta bu bilgi zevk edilir.
    3. Tevhid-i zat basamağı: Vücut, varlığın , vücududur. Eşyanın -ki insan
    da bu eşyadan biridir- bağımsız vücutları yoktur. Üçüncü basamakta bu bilgi
    zevk edilir.

    Bu üç basamakta; eylem varlığın eyleminde, nitelik varlığın niteliğinde, vücut
    varlığın vücudunda eritilip yok edilir. Artık eyleme, niteliğe, vücuda bağlı
    bir kişilik kalmaz. Kişilik, gerçek kişilik’le birleşmiştir. Bu birleşmenin bilincine
    ve dolayısıyla zevkine varılmıştır. Bu kattaki melamet neşesi, bir sorumsuzluk
    neşesidir. Her iş Tanrı’nın işi, her istek Tanrı’nın isteği olduğuna göre, ortada
    hiçbir yasak kalmamıştır (Bâtınî tarikatlara ibaba mesleği denilmesi bu
    yüzdendir, çünkü her şey mubahtır). Bu sorumsuzluksa, toplumu kargaşalığa
    götürür. Bunu önlemek için de Peygambere benzemeye çalışmak ilkesi
    konulmuştur (edeb-i Muhammediye). Bir başka deyişle, her istek Tanrı’nın
    isteğidir ama, Peygamber gibi istek duymak gerekir (bu çabaya, tecelliyat-ı
    Muhammediye’ye mazhar olmak, deniyor).

  2. Makam-ı cem: Bu basamakta varlık açıklanır, eşya gizlenir (Hak zahir,
    halk batın olur). Bir başka deyişle, ilk üç basamağın bilincine eriştikten sonra
    ana varlık görünmüş, meydana çıkmış; onun meydana çıkışıyla da sayısız
    parça varlıklar ortadan çekilmişlerdir. İlk üç basamağın bilgisi ve zevkiyle ana
    varlığın bilgisine ve zevkine varılmıştır. Güneş, vücudumuzun ardında gizliyken
    önümüzdeki gölgemizi görüyorduk. Güneş yükselerek meydana çıkınca
    gölgemiz yok olur.
    5. Makam-ı hazret-ül-cem: Bu basamakta ana varlık yeniden gizlenir,
    parça varlıklar meydana çıkar (halk zahir, Hak batın olur). Çünkü ana varlık,
    gücünü parça varlıklara vermiş, onlarda belirmiştir. Söyleyen, gören, işiten,
    yapan, dileyen ana varlığın gücüyle parça varlıklardır.
    6. Makam-ı cem-ül-cem: Bu basamakta kişi, tanrısal gücünü duyar. Çünkü
    Tanrı, onun vücudunda belirmiştir. Önce, sonra, açık, gizli hep kendisidir (evvel
    benim, ahır benim, zahir benim, batın benim).
    İlk üç basamakta kendini ana varlıkta öldüren, yitiren, yok eden kişi; son
    üç basamakta ölümsüzlüğe erişmiştir. Bu kattaki melamet neşesi, bir ölümsüzlük
    neşesidir. İlk Melâmîlerin, daha ilk adımda, Haktan başka her şeyi gönüllerinden
    çıkararak elde ettikleri bu neşeyi, son Melâmîler bir hayli basamak
    tırmandıktan sonra elde etmektedirler. [sayfa 165]

Muhammed Nurun basamakları bitmemiştir. Yedinci basamak olarak bir
de makam-ı ahadiyet-ül-cem vardır ama; onu ne ben söyleyebilirim ne de sen
anlayabilirsin, diyor; çünkü o makam, Peygamberin makamıdır. Ku’ran’daysa,
yetimin malına yaklaşılmaması buyurulmuştur. Peygamber, bu makamını bana
öğretmiştir ama, başkalarına öğretmeme izin vermemiştir. Bu makamda
ne birlik ne de çokluk vardır. Ancak Peygamberin kendisi öğretirse zevk alınır,
başka türlü zevkine varılamaz.

Oysa, Muhammed Nurun damadı ve halifelerinin halifesi (halifet-ül -hulefa)
Abdürrahim Fedâi, Tefsir-i Suret-ül- Kevser adlı yapıtında bu basamağı
açıklamıştır. Tanrı, Peygambere şöyle demektedir: Ey Muhammed, ben, bana
değil, sana tapılmasını istedim, benim değerimin değil, senin değerinin bilinmesini
istedim, çünkü sen bensin ve ben senden başka hiçbir şey değilim.

Bâtınîliğin büyük sırrı böylelikle açıklanmaktadır: Gerçek Tanrı, aklı başında
olan insandır. Aklı başında olmayan insanlar, aklı başında olan insanların
peşine takılıp onların gösterdikleri yoldan giderlerse, mutlu olabilirler.

Bu sonuç, ilk üç basamağın doğurduğu anarşiyi önleyecek bir sonuçtur.
Peygamberce davranmak ilkesi, bu sonuçla anlam kazandığı gibi, bilgisizlerin
ve akılsızların elde ettikleri sorumsuzluk ve ölümsüzlük neşelerine karşı,
sorumluluğun ve ölümlülüğün bütün yükü ve acısı da akıllı ve bilgili kişilere
düşmektedir. Melâmet neşesi altıncı basamakta bitmek zorundadır, yedinci
basamakta neşelenmek kolay değil.

Kaynak: Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, 1972, ss.119-155

 

E-Posta Bültenimize Bekliyoruz.
Haftalık olarak, sizinle tüm içeriklerimizi e-posta yoluyla paylaşıyoruz.
icon
RELATED ARTICLES

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here


Most Popular