HomeMAINKatip Çelebi: Akla dayanan ilimlerin gerekli olduğu konusunu ele almaktadır.

Katip Çelebi: Akla dayanan ilimlerin gerekli olduğu konusunu ele almaktadır.

Esirgeyen ve Yarlıgayan Tanrının Adıyla

Aklı halk için kılavuz kılan ve doğru olmayan ile doğru olanı ayırmak yolunda onunla şeriatı güçlendiren Allah’a hamdolsun. Bu ikisinin –akıl ile şeriatın– arasını kesip bulan nakil[1] ve kâmil akıl ile gönderilmiş olan Muhammed’e, onun soyuna ve arkadaşlarına, bilgin kişilerin toplantılarında konular dönüp dolaştığı, konuşulduğu sürece salat ve selam olsun.

Bundan sonra konuya gelelim: Yaratılışın başlangıcından beri bilgin kişiler arasında akıl ve naklin[2] ikiz olduğu, akla dayanan ile nakle dayananın iki rahvan at olduğu herkesçe kabul edilmiştir. Bu ikisi, kişiyi kesin ve su götürmez bilgilerin yücelerine çıkarmak için yol ve kılavuz, basamak ve merdiven olduğundan dolayı, araştırma ve görüşleri ortaya koyma yollarında akıl ve nakil [kaynakları] halkın dayanağı olduğu gibi, bütün işlerde de bu ikisine başvurulmaktadır.

Kimi kişiler kendilerini vesveseye düşüren şeytanın azdırıp yoldan çıkarması yüzünden, tanık gösterme yolunu bırakıp, bilgisizliğinden ve ahmaklığından ötürü zanlara ve içindeki kuşkulara kapılarak tanığın karşısına çıkmak diler; bundan dolayı da birkaç meselede kavgaya ve boş taassup [bağnazlık] hastalığına tutulur. Geçmişte olan taassup savaşları gibi bu akılsızların boş uğraşmalarının da zamanımızda vuruşup kırışmaya yol açmasına az kalmıştı. Bunun için kavgalı meselelerde tanık yolunu göstermek üzere birkaç satır karalayarak adına Mizânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk [En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi] denildi; ta ki herkes bu kavganın, bu birbiriyle düşmanca uyuşmazlığın konusu nedir ve bundan nasıl bir sonuç alınır, bilsinler de ahmaklık yollarından dönüp kuru kavgadan vazgeçsinler.

İşte bu küçük kitap bir giriş ile nice konulara ayrılarak düzenlenmiştir.

GİRİŞ

Akla dayanan ilimlerin gerekli olduğu konusunu ele almaktadır.

Doğruyu bulmak isteyen bilsin ki, insanoğlunun ardında koştuğu ilim var olsa gerek, yok olan mutlak olarak bilinmez. Zihin oraya yönelmez. Eğer bu bilim maddeyi gerektirmiyorsa bu soydan işlerle ilgili konulara ilahi ilim derler, bunun dalı budağı çoktur; bu konuyu ele alan da ya hakîmdir, ya mütekellimdir.[3]

Var olan nesne, zihinde maddeyi gerektirmeyip de dışarıda maddeyi gerektiriyorsa, bununla ilgili konulara da riyazi ilim[4] derler; bunun kökleri dört bölümdür: sayı, hey’et, hendese ve musiki fenleri; bunların her birinin de nice dalı budağı vardır.

Var olan nesne hem dışarıda, hem zihinde mutlak maddeyi gerektiriyorsa, o soydan nesnelerle ilgili konulara da tabii ilim[5] derler; bu ilmin dalı budağı çoktur.

Bunların hepsi nazari hikmetin bülümleridir. Bir bölümü de amel ile ilgili olduğundan ona da ameli hikmet ve ahlak ilmi derler.[6]

İşte akla dayanan bütün ilimler ile nazari ve ameli olan ilimler bu yukarıdaki bölümlerin dışında değildir. Bunlar da fikir ve nazar yolu[7] ile söz konusu edilir. Fikirde yanlıştan korunmak için istidlal ve nazar kitapları yazılmış, adına da mizan ilmi[8] ve mantık ilmi denmiştir. Bunlar ilimlerin ölçüsü ve ayarıdır.

Büyük bilgin Seyyid Şerîf  Cürcâni’nin dediğine göre; bir bilgin, ilmini bu tartı ve bu ayar ile ayarlamazsa, onun bilgisine güvenilmez ve yer verilmez. Bundan dolayı kimi bilgisizlerin bu iki ilmin dince yasak olduğunu söylemeleri bilgisizlikten ve ahmaklıktandır. Yoksa gerçeği arayan bilginlerin çoğu bunun gerektiği düşüncesindedirler. Mantık ilmi doğrudan bir amaç değildir, amaçlara ulaşmak için bir yol ve alettir.

Yaratılışın başlangıcından beri bütün kavimlerin ve ümmetlerin arasında zaruri, gerçek ve bir delile dayanan ilimler yer tutmuştur. Bu söylenenler varlıkların gerçeğini, ne olduğunu araştıran ilimlerdir. Gökten inmiş kitaplar ve şeriat ilimlerinin konuları, adı geçen bu ilimlerin konuları ve meseleleriyle birçok noktada birleşip uyuşmuşlar ve belli bir sayıda maddede de ayrılmışlardır. Bundan dolayı Hıristiyan milletler felsefiyatı[9] reddettiler; ama Müslümanlar Tehâfüt[10] ile karşılık yazıp kesin olarak reddetmediler. Bu alanda yetkisi olanlar bu maddeleri bilirler.

Ama şeriat ilimleri de –ki bu zamanda murat İslam ilimlerinden ayrı değildir– ya doğrudan doğruya elde edilmesi istenen bir ilimdir ya da bunu elde etmeye vasıta olan bir ilimdir. Başka ilimleri elde etmeye vasıta olan bu ilimlere alet ilimleri, edebi ilimler ve Arapça ilimleri derler;[11] çünkü bunlar öğrenilmesi doğrudan amaç olan ilimler değildir. Edeb-i ders doğrudan doğruya ve edeb-i nefs[12] ise dolaylı olarak ona bağlıdır ve Arapça lafızları da konu olarak alır. Bunun bölümleri mevzuat kitaplarında[13] yazılı olduğu üzere oniki olarak tanınmaktadır.

Amacı doğrudan doğruya kendisi olan ilimler de konularıyla birbirinden ayırt edilir. Konusu Tanrı ise tefsir ilmidir ve Kuran ilmidir,[14] kollarıyla birlikte. Peygamberin sözü ise hadis ilmidir,[15] kollarıyla. İkisinden ve onlara bağlı olan konulardan çıkarılıp salt inançla ilgiliyse kelam ilmidir.[16] Niyahet müteahhirîn[17] hikmet konularını da bu ilme karıştırdılar. Büyük bilgin Sa’deddin Teftâzânî, Şerh-i Makasid’de “çok dar boğazdan onun yardımıyla çıkacak yol buldukları için” demiştir.

Eğer sırf inanç olmayıp amel ile de ilgiliyse kökleri, dalları ve onlara bağlı daha başka heveslendirme ve korkutma ilimleridir. Önceden söylendiği üzere akıl ilimleri[18] ve hikmet ilimleri bu ilimleri arasına sokulmuştur; o ilimleri anlamayanlar bu ilimleri de tam olarak anlayamaz.

***

Bundan sonra halk arasında yayılan inkâr konusuna gelelim. İslamlığın başlangıcında Peygamberin arkadaşları, Hazreti Peygamberden –Tanrı’nın salat ve selamı üzerinde olsun– aldıkları ve rivayet eyledikleri kitap ve sünnetle yapışıp İslamlığın kaidelerini gereği gibi yerleştirip berkitmeden başka ilimlerle uğraşmaya cevaz vermediler; belki de bunu yasaklamak yolunda çok sert davrandılar.

Bu yasağın bir sebebi de şudur: İslamlık Hicaz toprağında çıktı; Arabistan Yarımadası’nda oturanların her zaman üzerinde durdukları şiir ilmi, atasözleri ve Eyyam-ı Arap’tı.[19] İlim usullerinin bu alanda kullanılmadığını İbn Haldûn Mukaddime’de bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır, isteyen onu okusun.

Hatta Hazreti Ömer –Tanrı kendisinden razı olsun– Mısır ve İskenderiye’yi aldığında orada bulunan nice bin cilt kitabın hepsini oda yandırdı. Çünkü öyle olmasa halk Allah’ın kitabını ve Tanrı elçisinin sünnetini korumaktan alıp, bu yakılan kitaplarla uğraşırlardı; İslamlığın temelleri bu derece yerleşip pekişmezdi.

İslamlığın ilk başlangıç yıllarında onlar bu işi gördüler. Peygamberden sonra gelen Dört Halife zamanında ve onların ardından gelen ikinci, üçüncü devirde Peygamberin zamanına yetişmeyip de onun sahabelerine uyanlar ve müçtehitler[20] ravilerin rivayet ettiklerini kitap halinde toplayıp usul ve fürû kaidesine[21] göre şeriatın ortaya koyduğu delillerden ilahi ahkâmı[22] bulup çıkararak yazıp çizdiler.

İslam ilimleri işlenip kitap haline konduktan, herhangi bir yolla bunların bozulması önlenip yazıya geçirildikten sonra; İslam uluları gördüler ki eskilerin yasaklanması bu amaçlaydı, sakınca ortadan kaldırıldı ve iş bitti.

Müslümanlar için varlıkların gerçeğini bilmek önemlidir, diye Emeviler ve Abbasoğulları devirlerinde evâil kitaplarını[23] çevirip Arapçaya döndürdüler. Yaradılışları sağlam, akılları başlarında olan ve doğru düşünen kimseler bunları her devirde okuyarak elde edip öğrenmekten geri kalmadılar. Kitap yazmak ve gerçeği araştırmak alanında, hikmet ve şeriatın arasını bulup birleştiren ve gerçeği araştıranların eserleri her çağda ün kazandı, itibar gördü ve geçerli oldu.

İslam bilginlerinden ve hakikati araştıranlardan İmam Gazzâlî, İmam Fahreddin Râzî, büyük bilgin Adududdin Îcî ve onların izinden gidenlerden Kadı Beyzâvî, ulu bilgin Şîrâzî, Kutbeddin Râzî, yine büyük bilgin Sa’deddin Teftâzâni, Seyyid Şerîf Cürcânî –ulu Tanrı hepsine rahmet etsin– ve onların yolundan gidenlerden büyük bilgin Celâleddin Devvânî ile öğrencileri gerçeği bulma ve inceleme konağına ulaşıp tek bir konuda kalmadılar.

Lakin nice boş kafalı kimseler İslamlığın başlangıcında bir maslahat için ortaya konan rivayetleri görüp cansız taş gibi –akıllarını kullanmadan– salt taklit ile donup kaldılar. Aslının sorup düşünmeden red ve inkâr eylediler. Felsefe ilimleri diye kötüleyip, yeri göğü bilmez cahil iken bilgin geçindiler. “Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı?” [A’RAF 7: 185] tehdidi kulaklarına girmedi. Yere ve göklere bakmayı öküz gibi göz ile bakmak sandılar.

***

Ulu Osmanlı devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelince dek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün salmışlardı. Ebülfeth [Fatih] Sultan Mehmed Han, Medaris-Semani’yi[24] yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış, Haşiye-i Tecrîd[25] ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidâye ve Ekmel[26] derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için felsefiyat kaldı, ne Hidâye kaldı, ne Ekmel.

Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu. Kıyıda köşede, Doğu Anadolu’da yer yer kanuna göre ders gören öğrencilerin daha başlangıçta olanları bile İstanbul’a gelip büyük tafra satar oldular. Onları gören kimi kabiliyetli insanlar zamanımızda hikmet öğrenmek istediler.

Fakir [ben] de yoklama ve ders okutma sırasında istidadı olan öğrencileri, Sokrat’ın Eflatun’u heveslendirdiği gibi, varlıkların gerçeğini araştıran ilmi öğrenmeleri için heveslendirdim; bu risalede de öğüt ve hepsine nasihat olsun diye şu birkaç maddeyi ele alıp söyledim. Ta ki mutlak ilim[27] adına olanı elden geldiğince öğrenmeye çalışsınlar, elbette bir yerde lazım olur, zararı olmaz. Kötüleyip inkâr eylemeyeler; çünkü bir şeyi inkâr, o nesneden uzak ve yoksul kalmaya yol açar.

Birinci Madde: Hendese bilen müftü ile hendese bilmeyen müftünün fetvasıdır.[28]

Bir kimse boyu, eni ve derinliği dört zirâ[29] bir kuyu kazmak için birini sekiz akçeye tuttu. O da boyu, eni ve derinliği iki zirâ olan bir kuyu kazdı; karşılığında dört akçe istedi. Fetva ettirdiler, hendese bilmez müftü dört akçe hakkıdır, dedi. Hendese bilen müftü hakkı bir akçe diye fetva verdi; doğrusu da budur, çünkü iki zirâ kuyu, dört zirâ kuyunun sekizde biridir, ücretin de sekizde bir olması gerekir.

İkinci Madde: Hendese bilen kadı ile hendese bilmeyen kadının hükmüdür.

Bir kimse boyu ve eni yüz zirâ olmak üzere bir tarlayı başkasına satıp teslim edeceği zaman boyu ve eni ellişer zirâ iki tarla verdi. Aralarında uyuşmazlık çıkıp bir kadıya vardılar ki hendese bilmezdi; hakkı budur diye hükmeyledi. Sonra hendese bilen bir kadı bulup dinlettiler, yarım hakkıdır dedi; doğrusu da budur. Bunların aslını bilmek isteyen riyaziyat (matematik) görmeye heves eyleye.

Üçüncü Madde: Bilgin Beyzâvî “Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilal) olur da geri döner” [YÂSÎN 36:39] ayetinin tefsirinde ayın yirmi sekiz menzilini söyledikten sonra “Ay her gece bu menzillerden birine uğrar, şaşırmaz, o menzili ne aşar ne de o menzilin arkasında kalır”[30] demiştir. Eğer ayın her menzile inmesi hep aynı vakitte olsaydı bu söz doğru olurdu, lakin öyle değildir. Kimi gecenin ortalarında bir menzilden bir menzile geçer, kimi bir gecede iki menzile yürür ve her menzil için aşağı yukarı on üç derece belki bir sınır vardır. Ayın yürüyüşü kimi on bir derece, kimi on beş derece olur. Niçin böyle olduğunun aslının bilmek isteyen nücum ve felekiyat[31] fenlerini göre.

Ve bir madde de İskender’in “iki dağ arasında” yürüyüşünde [KEHF 18:93] vardığı yerin Ermeniyye ve Azerbayca dağları olduğu söylenmiş ve bunlar bilinen Tebriz yakınındadırlar diye yazılmıştır. Bu da gerçeğe uygun değildir. Doğrusunu bilmek isteyen coğrafya fennini okuyup incelesin.

Dördüncü Madde: Budur ki riyaziyat [matematik] dersleriyle uğraştığım sırada hatıra gelen üç meseleyi fıkıh meseleleri[32] biçimine koyarak şehülislam Bahâi Efendi’den fetva istemiştim. Ses çıkmadığı için bunları açıklayan bir risale yazdıktan sonra, gördüm ki üç sorunun birine meğer cevap yazmışlar. Kendi el yazısıyla fetva emini[33] Şeyhzâde Efendi’den çıkan bu karşılık, yanlışın yanlışı olduğu için risalenin sonunda gibi verilerek, “Bu yanlış karşılığın düzeltilmesi” diye bir ek yazılmıştır; isteyen yazdığım risaleyi görüp[34] bilsin.

Sorulardan biri budur ki: Güneşin batından doğması hey’et[35] kaidesine uygulanır mı? Biri de, altı ay gündüz altı ay gece olan yerlerde beş vakit namaz nice kılınır ve oruç nice tutulur? Biri de Mekke-i Mükerreme’den başka yerde dört yön kıble olur mu?

Öyle ise istidatlı kimselerin mâkulat[36] ve riyaziyat öğrenmeye çalışması gerek; ta ki nazar yolunda zan ve şüphe sahibi, çok vehimli ve çok şüpheli olmasın.

Tembih: Bundan sonra bilinir ki bir toplulukta, bir konuda kavga ve uyuşmazlık çıkıp yerleştikten sonra o kavgayı ve uyuşmazlığı bütünüyle ortadan kaldırmak mümkün ve kolay değildir. Eğer eli kılıçlı, güçlü bir kişi çıkıp da bir tarafı güç kullanarak bastırıp susturmak istese de olmaz, sürülür gider.

***

İmdi bu risaleyi yazmaktan beklenen, istidatlı olanlara tecrübe, istidlal ve cedel alanında bir gösteriştir. Yoksa ayaktakımı hayvan gibidir, onların bahs ü cedeline[37] ne itibar.

Bu da bilinir ki Âdem zamanından beri halk bölük bölüktür. Her bir bölüğün bir türlü gidişi ve bir türlü tutumu vardır, ki bu öteki bölüğe aykırı görünür. “Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fıkra, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir” [RÛM 30:32] denildiği gibi hepsi kendi yolunu beğenip, onu ötekinin yolundan üstün tutar.

Nihayet kimi akıllıdır, bu uyuşmazlığın hikmeti üzerine durup düşünerek altında nice işler bulur. Kimsenin gidişine ve tutumuna karışıp sataşmaz. Kendi dini bakımından eğer şeriatın beğenmediği bir iş ise bunu içinden inkâr ile yetinir.

Kimisi de ahmaktır, uyuşmazlığın nereden çıktığını bilmez; bütün insanlar bir gidişte bir tutumda olsun diye olmayacak bir şey kurar. din işinde gereği yokken kavga ve uyuşmazlık yasak olduğu halde, işe karışmak ve sataşmak kaydına düşer, yerleşmiş ve kökleşmiş işleri kaldırmaya çalışır, mümkün olmaz. boşuna zahmet çeker.

İmdi gerekir ki basiret[38] sahipleri, insanlığın ondan ayrılmaz yönleri olan temeddünün[39] ve toplu halde yaşamanın gerektirdiklerini bilerek, halkın bölük bölük bölündüğünü ve her birinin özelliklerinin ne olduğunu bilmeli, öğrenmelidirler. Bu şehir halkının sınıflarını, her sınıfın törelerini ve göreneklerini bilip anladıktan sonra, bütün yeryüzünde yaşayanların da sınıfları ve halleri üzerinde toplu bir bilgi edinmeye çalışmalıdırlar. Bunu da bilip öğrendikten sonra hikmet-i temeddünün[40] sırrı gittikçe açılır, ortaya çıkar. Giderek bilinir ki bu soydan kavgacı ve iddiacı kişiler örümcek ağına düşen sinek gibi güçsüz ve dermansızdır.

Kaynak: Çelebi, Kâtip; Mîzânü’l-Hakk Fî İhtiyâri’l-Ehakk, Kabalcı Yayınevi, sayfa 15-24

[1] Nakil: Başta Kuran olmak üzere, hadisler ve dinin esaslarını bildiren ana kaynaklar.

[2] Akıl ve Nakil: Bilimin iki ana kaynağı. Akıl bilinmeyeni arayıp bulmak için müşahede, muhakeme ve deneme yolundan yürür. Naklin bu yoldaki dayanağıysa, akıldan da yararlanmak şartıyla Allah’ın indirdiği kitap ile Peygamberin hadisleridir.

[3] İlahi ilim: Konusu mutlak varlık olan ilim; Tanrı’yı bilme ilmi.

Mütekellim: Konusu Allah’ın kendisi, sıfatları, başlangıcı ve sonu bakımından kâinat olan ilimle uğraşan kişi.

[4] Riyazi ilim: Matematiksel ilim. Aslında geometri (hendese), hesap, astronomi (hey’et) ve optik gibi geometrik muhakemeye dayanan bazı ilimler için kullanılan ad.

[5] Tabii ilim: Konusu doğanın sorunları ve olayları olan ilim.

[6] Nazari hikmet: Metafizik, matematik ve fiziği içine alan ilimler.

Ameli hikmet: Pratik felsefe. Konusu insanların hareketleri ve davranışları olan ilim.

Ahlak ilmi: Öğretme amacıyla ortaya konmuş olan ahlak kuramı. Ertemleri ve onları elde etmenin yollarını, kötülükleri ve onlardan kaçınmanın yollarını öğreten ilim.

[7] Nazar yolu: Gözlem, muhakeme ve deneme yolu.

[8] İstidlal ve nazar kitapları: Birtakım delillere dayanarak, gözlem ve muhakeme ederek, denemeler yaparak bir sonuç çıkarmayı anlatan kitaplar.

Mizan ilmi: Felsefenin bir kolu; konusu genellikle düşünme şekillerini içerir. Özel olarak delillere dayanarak sonuç çıkarma yollarından ve bilimsel yöntemlerinden bahseder.

[9] Felsefiyat: Din kitaplarının öğrettikleriyle yetinmeyip, Allah ve kâinata dair bazı soruların karşılığını bulmak için aklın ortaya koyduğu düşünceler, muhakeme ve görüşler.

[10] Tehâfüt: İmam Gazzâli’nin eserine (Tehâfütü’l-Felâsife: Filozofların Tutarsızlığı) ad olarak verdiği bu kelimenin, kullanıldığı yere bakıldığında özel anlamı “tutarlı bir düşünceye dayanmadan kurdukları fikir yapıları yüzünden, filozofların ve onların fikirlerinin birbiri ardına yıkılıp düşmesi” demektir. Bkz. Dr. Mübahat Türkler, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebetleri, Ankara, 1956.

[11] Alet ilimleri: Daha yüksek bilgileri edinmeye yarayan belagat, gramer, maani, mantık gibi ilimlere verilen ad.

Edebi ilimler: Arapça ilimleri diye anılan edebi ilimler, Arap dilinde söyleyip yazmakta yanlış yapmayı önlemek için bilinmesi gerekli ilimlerdir.

[12] Edeb-i ders: Edebi kültür için bir kişinin öğrenmesi gereken bilgiler; bunlar Zemahşerî’nin Kıstas adlı eserinde sıralandığına göre on iki ilimdir: Lûgat, sarf, nahiv, iştikak, maani, beyan, aruz, hat, şiir tenkidi, nesir, muhazarat ve belagat ilmine bağlı olan bedii.

Edeb-i nefs: İnsanın halkla düşüp kalkmasında ve onlarla münasebetleri sırasında güzel ahlakı ve beğenilen özellikleri benimseyip kendinde toplaması.

[13] Mevzuat kitapları: Türlü ilimlerin konularını ve birbirleriyle ilişkilerini gösteren kitaplar.

[14] Tefsir ilmi: Kuran-ı Kerim’in kolay anlaşılmayan, güç yerlerini açıklama ilmi.

Kuran ilmi: Kuran-ı Kerim’de ayet ve surelerin tarihi, hangi sebeplerle ve nerede indiği, okunuşu ve düzgün söylenişi gibi sorunlarla uğraşan ilim.

[15] Hadis ilmi: Bir mesele üzerinde Peygamberimizin ne düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini bildiren sözlerinin araştırılmasını konu eden ilim.

[16] Kelam ilmi: Dini inançların kanıtlanıp şüphelerin kaldırılması gücünü bize veren ilim. Konusu var olması açısından varlıktır ve şeriat kuralları üzerine kurulmuştur; Allah’ın şeriatında akıl neyi gerektiriyorsa, varlığın da onun üzerine kurulduğunu kanıtlamakla uğraşır.

[17] Müteahhirîn: Ebû Müslim, Ebû Hanife, İmam Yusuf, İmam Muhammed gibi mütekaddimîn (öncekiler) diye anılan büyük din ve mezhep bilginlerinden sonra gelenler.

[18] Akıl ilimleri: Pozitif ilimler, konuları akıl yoluyla araştırılıp incelenen ilimler.

[19] Eyyam-ı Arap: İslamiyetin öncesinde ve ilk devirlerinde kabileler arasındaki ünlü savaşlar.

[20] Sahabe: Peygamberimizin sağlığına yetişip onunla beraber bulunmuş, arkadaşlık etmiş kişi.

Müçtehit: Kişisel bir kanaate ulaşmak için olağanüstü gayret sarf eden kişi; özel anlamda Kuran ve sünnette açıkça belirtilmemiş bir sorun üzerinde bu ikisini kıyas yoluyla bir kanaate varan kişi demektir.

[21] Usul ve fürû: Bir ilmin temelleri ve ondan çıkan dalları. Bir ilmin dayandığı temel ve bütünü kavrayan kurala usûl, bu temeller üstüne kurulan bilimlere fürû denir. Fıkıh terminolojisinde usul bütünü içeren hükümler, fürû da bunlara bağlı olan hükümlerdir. Şeriat hükümlerinin neler olduğunun bilinmesi, verilen hükümlerin şeriatça geçerli olması için fıkıh usulünün ilkeleri şunlardır: Kuran, sünnet, kıya ve icmâ. Usul fıkhının bu asıllarına ait kurallar ile bunların ulgulanmasına dair yöntem ilmi demektir. Fürû da “tatbiki fıkıh”a ait kurallar ve konmuş hükümlerin sistemli bir şekilde sıralanıp kitap haline getirilmesidir.

[22] İlahi ahkâm: Allah’a mahsus hükümler, Allah’ın buyrukları, onun irade ettikleri.

[23] Evâil kitapları: Klasik Yunan eserleri.

[24] Medaris-i Semaniye: Sekiz Medreseler. İstanbul’da, Fatih Camii’nin iki tarafına Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulmuş ve yüksek öğretim veren sekiz medrese. Bu medreselerin dördü Karadeniz, dördü de Akdeniz tarafındaydı ve her birinin ayrı adı vardı.

[25] Haşiye-i Tecrîd: Nâsırüddin Tûsî’nin Tecrîdü’l Kelâm adlı eserine, konuların önemi yüzünden onu kabul veya reddeden birçok şerh yazılmıştır. Burada ünlü bilgin Cürcânî’nin yazdığı şehr söz konusu olmalı.

[26] Burada Ekmelüddin Muhammed bin Mahmud el-Babertî’nin Hidâye adlı esere yazdığı el-İnâye adlı şerhten –ki Osmanlı medreselerinde el üstünde tutulurdu– bahsediliyor.

[27] Mutlak ilim: Hiçbir amaca bağlı olmayarak sırf ilim adına olan ilim.

[28] Hendese: Geometri, çizgiler ve hacimlerin mekânda nitelikleri ve ilişkilerini araştıran ilim.

Müftü: Bir şehir veya kasabanın din işlerinin başında bulunan kişi; din işlerinde hakem yerinde olup bunlara dair fetva veren kişi.

[29] Zirâ: Eskiden Er-Ravza Adası üzerinde Nil’in sularını ölçenlerin kullandıkları bir uzunluk ölçüsü. Çeşitli İslam ülkelerinde farklı amaçlarla kullanılıp başka başka adlar taşır.

[30] Metinde Arapça

[31] Nücum: Yılrızların hareketlerini, yörüngeleri üzerinde dönmelerini, birbirlerine yakınlık veya uzaklıklarını ve başkaca durumlarını araştıran ilim.

Felekiyat: Göklere ait olan ilim, konusu gökler ve yıldızlar olan ilim; astronomi.

[32] Fıkıh meseleleri: Fıkıh açısından nasıl hüküm verileceğine dair karşılık isteyen sorular.

[33] Fetva Emini: Şeyhülislamlık dairesinde, fetvahanenin başında bulunan kişi. Fetva emini şeyhülislama sorulan şeriat meselelerinin fetvalarını hazırlamak, dilekçeyle sorulan sorulara karşılık vermek ve şer’iye mahkemelerinden verilen ilamları incelemek işlerini görürdü.

[34] Bu risalenin adı İlhâmü’l-Mukaddes min Feyzi’l-Akdes’tir.

[35] Hey’et: Astronomi. Gök cisimlerinin durumlarını ve hareketlerini, fizik ve kimya bakımından yapılarını inceleyen ilim.

[36] Mâkulat: Akıl yoluyla bilinip anlaşılan konular; Kuran ve hadislere dayanarak bilinen menkulât’tan ayrı olup akıl ve muhakeme yoluyla elde edilen bilgiler.

[37] Bahs ü cedel: Münakaşa ve münazara sanatı. Felsefi meseleler üzerinde muhakeme ve münakaşa, olumlu veya olumsuz muhakemenin yöneldiği konu.

[38] Basiret: Firaset, idrak, kavrama. Sonunu düşünme, sonunu hesaplama. Bir işin içini dışını önceden gereği gibi görüp kavrama.

[39] Temeddün: Medeni halde yaşamak; şehirler kurarak bunlarda toplu halde yaşamak.

[40] Hikmet-i temeddün: Medenileşmenin ve insanların toplu halde yaşamalarının sebebi.

By Bilge Tonyukuk Enstitüsü zaman: Eylül 26, 2017

E-Posta Bültenimize Bekliyoruz.
Haftalık olarak, sizinle tüm içeriklerimizi e-posta yoluyla paylaşıyoruz.
icon
RELATED ARTICLES

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here


Most Popular