HomeMAINKavramlarla Heykel Sanatçımız Tankut Öktem'in Eserleri

Kavramlarla Heykel Sanatçımız Tankut Öktem’in Eserleri

Şehitlerin Gökten İnişi ve Atatürk anıtı

(1988’de kompoze ettiği Kara Harp Okulu girişine yerleştirdiği yediyüz figürlü şaheser)

Heykeltraş sanatçımız Tankut Öktem’in (1940-2007) eserleri, felsefi derinliği ve sanatındaki duygu yoğunluğu ile dikkat çeker. Gülseli İnal, Öktem’in sanatını ve çalışmalarını inceleyen bir yazar olarak öne çıkmakta ve sanatçının eserlerini değerlendiren metinler yazmaktadır. Gülseli İnal’ın HEYKELLERİ ANLAMAK – BRONZA YAZILAN EFSANE   başlıklı inceleme yazısı,  değerlendirilerek, ana kavramsal çerçeveye ulaşılmaya çalışılmıştır.

********************************************

Gök-Kök

Yer

Su-Irmak-Deniz

İnsan-Kişi

**********************************************

Yaşam. Ölüm.

Bilgelik

Bilgi

************************************************

Zaman-Mekan-Zihin

Türk Halkı

Özgürlük

Yaratıcılık

Işık-Güç

********************************************

Tankut Öktem (1940-2007)

 

GÖK

Tankut Öktem’deki aşkınlık arzusu tüm heykellerin kaidesidir. Yanısıra onda arzu ölçüsüzlüğe eşittir. Tasarladığı heykelin konusu ne olursa olsun; Trans-ascendance; hem aşkınlık hem yükselme; yüksekliklerle ölçülemeyen, yükselmeyle ulaşılamayan bir yükseklik tasarımcısıdır aynı zamanda.

Gökle ilişki; bir yandan göksel olanı damıtma öte yandan; ilgi alanına giren imgeleri göklere taşıma, göklere sığdıramama; bu ise ileri sürülen yapıtta bütünlük ve sonsuzun buluşmasıdır.

********************************************

Arzuya ve yontmaya sunulan temanın, dış gerçekliğin kendisi olduğu kadar iç gerçekliğin de bir parçası olması ve tüm bunların yapıtların özüyle buluşarak şimşek hızıyla göklerden inmesi. Ona ait, yaşadığı topraklara ait duyumsadığı değerler bütününe saygının, yurt uğruna verilen savaşların ellerinden doğması.

Daha çocuklukta başlayan doğanın kendisine duyarlı uzanışlar, insana duyulan merak, sesleri dinleme, maddeyi keşfetme tutkusu, varolanı çözebilme erki.

********************************************

Eylem ve ışığın karmaşık yapısı sanatçının elinde dinginleşiyor, yeni bir uzam kazanıyor, yeni uzam ise çok boyutlu arayüzler oluştururken Phi kristallerini aşan sihirli bir görünüme bürünüyordu. Heykelin harçı, çamur, broz elinde birden başka bir maddeye dönüşüyor, göklerde varolan yıldız kümelerini örnekleyen bir hal alıyordu.

Öz edim olarak; anıtsal bir heykelde bir çok boyut bir arayüz oluşturuyor ve enerjinin madene akmasını temsil ediyordu. Tankut Öktem’in her heykeli realitenin biraraya getirdiği vektör noktalarını ve yeryüzündeki estetik tarihinin önemli koodinat noktalarından birini oluşturuyordu.

Kusursuz geometrik matematiğin berrak, yoğun enerjik formlarını yaratmaktaydı artık. Dünya hafızası ether’den ve seyyal cevher’den /evrenin akışkan cevheri/ ona inen idealar aracılığıyla tıpkı gökte gezegenlerin belirli bir figürasyon ve konfigürasyon oluşturmalarını andırır/ gezegenler Stelliumunu kuruyordu. Ve böylece anıtsal eserleri göklerden inenin ilk örneği oluyordu.

Böyle bir sanatçı ancak ve ancak göklerdekini, ülküsel olanı yüceyi kendisine konu aldığı için gökyüzündeki yıldız kümelerine eş heykel kümeleri yaratmıştır. Bu da Tin’in artık sanatçının kendisi olması, özün dışlaşmış biçimi ve somutlayan bilincin ta kendisine dönüşmesidir.
Sanatçının önünde şekilsizce duran çamur ya da erimiş bronza yaratıcı düşüncenin yoğunluğu akarken, göklerden alıp yine ona geri vereceği estetik imgeler sevgi enerjisiyle harmanlanıp anıtsal heykellere, büstlere, formlara can katar.

Bu eylem; nesnel gerçekliği olmayan sonsuza /tarif edemediğimiz sonsuza/ nesnel gerçekliği olan sonlunun katılımıdır. Yanısıra sanatçının her bir heykeli kendi başına ayrı bir sonsuz, ayrı bir ölümsüzlük simgesisidir.

********************************************

Bu devasa çok figürlü çalışmaların içinde 1988’de kompoze ettiği Kara Harp Okulu girişine yerleştirdiği yediyüz figürlü Şehitlerin Gökten İnişi ve Atatürk anıtı bir şaheser olarak sanatçının zirve noktasını temsil eder. Time dergisinin kapağında yer alan bu anıtsal muazzam eser sanki insan elinden değil Tanrıların elinden çıkmışçasına gökyüzüne yükselmektedir.

Bu toprağın saygıyla anılması gereken büyük şairlerini; Pir Sultan Abdal’ı, Hacı Bektaş Veli’yi, Aşık Mahsuni’yi, Dadaloğlu’nu, Mehmet Akif Ersoy’u, Nazım Hikmet’i, Neşet Ertaş’ı, Yunus Emre’yi Tanrısal elleriyle bronzun içine kanatlı birer ateş kuşu gibi yerleştirerek ve bu ulu ruhları göklerden indirip onlar için yaptığı yuvaya çağırarak, varoluşun madenini, taşını yeniden canlandıran bir şakirt olarak Tankut Öktem bu heykel grubuyla; ölümsüzlüğün figürlerini sonsuza atfeder.

Ve burada yaratılan aynı zamanda; toplumsal hafıza mekanların tazelenmesi ve en yücenin yaratıcı sanatçıyla buluşup şafak şölenlerinin kızıl ateşini kıvılcımlı elleriyle tutuşturan ve her iki şafağa da yemin eden ölümsüz bir yaratıcının sonsuzluğa armağanından başka bir şey değildir.

Ölü Ozanlar anıtında yanan kutsal ateş Tankut Öktem’le birlikte hiç sönmeyecektir.

YER

Işık ile güç arasındaki dostluk tıpkı Tankut Öktem’le bronz arasında kurulmuş dostluk gibidir. Yer’in batıl inançlarından uzakta, yeryüzü madenleri ve taşlarıyla halvet olma. Kendisini ışıldayamaya bırakan, güneşle yarışan bir adam; önce yeryüzünü tanımayı, oranları, okşamayı, durmadan üretmeyi, yoğunluğu, dönüştürebilmeyi, soyluyu ve erdemi yıkılamazın doruğuna taşımak sonra da; sonsuz ve sonsuza atfedilen yapıtlarla ideaları somut formlarla zenginleştirmek ve anlamlandırmakla kalmayıp onları çok güçlü estetik bir ifadenin içine yerleştirmek gibi yüce bir uğraş.

Oran ve asimetrinin ülküsel bir yolculuğu. Hedefe kilitlenmiş ülküsel bir yolculuk, sonsuzu kendine doğru çevirme, bronza atfedilen kutlu yaşamlar. Kutsal esrimenin, kök salmanın formlandığı bir bilinç. Yakın tarihe uzanan tinsel eylemlerin bronzun mayasında ölümsüzleşmesi.

********************************************

Bir liderin önderliğinde ülke çapında savaş verilirken ‘Meçhul Bilinmeyen’leri bir efsaneye çevirmek.

Yeryüzünde doğa güçleri tarafından oluşturulan, mağmadan kopup gelen katı maddeleri eğip bükerek ellerinde formlayarak monolitik parçalara dönüştürmek her babayiğidin harçı değildir. Perspektifte; düşüncede, derinlikte, fizikte, yaratıda, estetikte, biyolojide, ruhta, Tin’de, jeolojide, coğrafyada, tarihte buluşmak.
Ve lavlar ülkesine özenerek patlayan bir volkan gibi davranmak. Yediyüz figürü içeren ‘Atatürk ve Harbiyeli’ anıtı bunların toplamı değil de nedir? Çanakkale heykel grupları ‘Amasya Tamimi’ heykel çalışması, Samsun ‘İlk Adım’ anıtı, ‘Alparslan’ heykeli, ‘Atlar’ ve Ata’sını emanet ettiği ‘ Anıtkabir Aslanları’ tüm bu öğelerin bir arada buluşması değil de nedir?

Adalet Tanrıçası Portia’nın arındırıcı titreşimsel kalıpları bu heykellerin hücrelerinde uyanmaktadır. Uyumsuz titreşim kalıplarını reddederek; oran ve simetrilerin yaratıcı üslubunda ilerleyen sanatçı; ölümsü ışıkları geri çevirirken evrenin sonsuz ışığını işliğinden içeriye davet etmektedir.

Bu aşamada askeri bir deha Ata ile sanat dehası Tankut Öktem’in buluşması kutlanır.
Yeryüzünde bazı düşünceler bazı yaratımlar geometrik matriksin içinde daha hızlanmış daha yüksek frekanslarda yolculuk yapıp sahibini bulurlar ve onda ışıldamaya başlarlar; Tankut Öktem’de olduğu ve yaşandığı gibi.

İNSAN

Nietzsche’nin dahileri tarif ederken ‘Onlarda genellikle dünyanın özünü dolaysız biçimde, görünüşlerin örtüsünden açılmış bir delikten bakar gibi görme yeteneği olduğu kabul edilir ve bilimin katlanma gerektiren zorluklarına ve çabalarına katlanmadan görkemli ve ilahi bakışları sayesinde insan ve dünya hakkında kesin bazı şeylere ulaşabildikleri düşünülür’ sözü sanki Tankut Öktem için söylenmiştir.

Tanrı esinli, vergili, gönül gözüyle gören ve olağanüstü fiziksel bir güçün yanısıra dünyayı dolaysız biçimde kavrama yetisiyle donatılmış yaratıcı insanlar supernaturel güçleriyle dahiler sınıfına aittir.

********************************************

O Anadolu’nun zengin bağrından doğan, beslenen, yükselen ruhuyla; balmumu ve çamuru eline aldığında kendi hikayesini anlatmaya başlamıştır. Ve yaratının ilk kuralı olarak; dış dünyada varlığını sürdüren insanlar, olaylar, çevresel faktörler, toplum sanatçının bilinci tarafından duyum ve akılsal bir kavramayla onda yeni bir süreç başlatırken ikisi arasındaki sürekliliği hep korumak üzere çamuru yoğurmuş, kili biçimlemiştir. Başka bir deyimle; duyumdan akılsal olana yükselişi, yapıtlarının tinsel harçı yapmıştır.

********************************************

Tankut Öktem; bir yapıtı ortaya çıkarma sürecinde onu kendisine göründüğü, onun insanlara görünmek istediği biçimiyle yakalayabildiği zaman üretmiştir. Böylece yapıtın iki yanlı statüsü yine sanatçı tarafından belirlenir.

Platon’un saptadığı gibi ruhun üç ayrı bölümü; Nous /akıl/ çoşku ve yüreklilik /thumos/ ve arzu/ epithumia/ Tankut Öktem yaratı süreçlerinin tetikleyici özellikleridir. Bu üçlü yapıtın insanlara görünen yanını ve sanatçının kendisine görünen yanını belirler.

********************************************

Tanrıçalar toprağının çocuğu Tankut Öktem içinde yaşadığı zaman diliminin hikayesini anlatırken yarattığı ritüelde; gerçeğin gerçekle çarpışmasını, ölüm ya da felaket karşısında insanın direncini dillendirir. Bu ise insan dramının yeni mitolojisidir. Mitin görevi şudur; gerçek olanı ideal olanın, anlık olanı sürekli ve aşkın olanın diline çevirmek.

İşte sanatçının heykelleri biçimlerken gerçekleştirdiği bu eylemdir; yalnızca şimdiki zamanın gerçekliği içinde değil aynı zamanda sonsuz süredizisi içinde varolanı yaratmak.

Yüzyıllardır süren yeniden doğuş ritüelinin; 20 yy’nin ikinci yarısında zamansızlığa kaydedilmesi Tankut Öktem eliyle gerçekleşmiştir.

Adorno’ya göre sanat; insanın ütopyasını, umudunu, düşlerini saklayabileceği bir alandır. Sanat insanın ‘yanlış bütün’e karşı en güçlü olduğu alandır. Yine sanat; insanlığın bugünkü toplumunun ötesindeki ‘diğer toplum’ için duyduğu özlemin varlığını koruduğu son sığınaktır. Sanat sanat olma özelliğini; içinde bulunduğu toplumu tam olarak yansıtarak değil; onun içinde özerkliğini koruyarak ve onu sorgulama potansiyelini canlı tutarak korur.

********************************************

Nedensellikler dünyasının belirsizlikleri içinde ilerleyen insan zihni yaratıcı akılla birlikte öteki alemlerin kapılarını aralamaktadır. Bu bir yol alış, bir bağlanma ve aynı zamanda bilincin evrene katılımıdır.

********************************************

Okulda Üstün Başarı Sağlayan’lar arasında yer alan sanatçı artık harika çocuk lakabıyla anılmaktadır. Ondört yaşına geldiğinde sayısız tabloya imza atmış sayısız üç boyutlu obje üretmiş bir sanatçıdır artık. Tabloları evinin duvarlarını süslemekte, heykelleri şaşırtıcı biçimde geleceğin sanatçısını haberlemektedir.

Çayırda şahlanan atlar, düğün alayı, zümrüt ovalar, eflatun ufuk çizgisi hepsi sanatçı adayının elinden çıkma eserler olarak çevresinde bulunan insanları etkilemekte, şaşırtmaktadır. En büyük destek ise annesinden gelmektedir. Edirne’ne deki Yahudi mahallesi sakinleri ise küçük Tankut Öktem’i hep yüreklendirmişlerdir. Yıllar sonra bir söyleşide ‘Onların benim yaşamında önemli bir yeri oldu.

Güzel sanatlara fevkalade düşkün olan bu insanlar benim yeteneklerimi devamlı alkışlayarak ve beni yüreklendirerek onlara gösteri yapmamı sağladılar’ diyecektir. İstanbul’da Pertevniyal Lisesinde eğitimine başlayan sanatçı okuldaki derslerde vasat bir öğrencidir. Kendi deyimiyle bu yıllarda 1960’ların solculuk modasına kapılmıştır.

Daha sonra bu dönemini şöyle özetleyecektir: “İlk dönemim o günkü modaya uygundur. Hepimiz solcuyduk. olmak bir ayrıcalık değildi. O zamanlar bir gençlik görevi gibiydi. Solcu olmak ve Atatürkçü olmak. Bu uzun yıllar böyle devam etti” Tankut Öktem 60 olayları başladığında sadece 20 yaşındadır ve kendini dönemin öğrenci hareketleri içinde bulur.”

Dönemin baskıcı ve özgürlükleri kısıtlayıcı iktidarlarına karşı öğrenci hareketleri başlamış ,toplumsal muhalefet artarak protestolar ülkeye yayılmıştır. “Öğrenci hareketlerinde ben de öğrenci liderlerinden biriydim” diyen Tankut Öktem öğrenci olaylarının başlama nedenlerini söyle özetliyor.

“O dönemin gençliği olarak bizler yalnızca korkutulurduk. Bizim gençlik dönemimizden önce bir Nazım Hikmet kuşağı var.

Bu kuşak fevkalade yıldırılmış, hapislerde yatmış. Sosyalist sayılan her insan biraz sol görüşlü her insan komünist damgasını yerdi. Solcu yani sol görüşlerin Türkiye’yi aydınlığa çıkaracağına inanan büyük bir aydın kitlesi vardı .Tabii biz dönemin genciydik, İstanbul’luyduk. İstanbul’lu olmak bir ayrıcalıktı.

Sanki Türkiye’nin nabzı İstanbul’da atıyordu. Biz de Türkiye’nin geleceği için bir şeyler yapmaya kendimizi aday gibi görüyorduk. 28 Nisan 1960 hareketlerinin en önlerindeydik. Turan Emeksiz benim önümde vuruldu. Şayet o vurulmasaydı, o kurşunlara ben muhatap olacaktım”

diyen sanatçının bu maceralı gençlik dönemi daha sonra ülkesini tanımak için karış karış Anadolu’yu otostopla gezmesiyle sonuçlanmıştı.

********************************************

Tankut Öktem yaratıcı bir sanatçı olarak hem eğitici hem de bir öğrenci gözü hem eğitmen ve yönetici olarak coşkulu, sevgi dolu, bilgiyi paylaşan bir kişilikti. “Hoca olarak öğrencilerime yararlı olmak istemişimdir. Hayatımda hiç bir işimin karşısında, bir öğrencimim başarısı kadar keyif duymamışımdır. Öğretmenlik bende sanatçılığın dışında zevk veren önemli bir unsurdur. Bu da benim sevgi dolu oluşumdan kaynaklanır. O yüzden zannediyorum iyi bir hocayım.”

Tankut Öktem ; 1 Temmuz 1940’de Konya’da annesi Meliha Hanım ve Ali Öktem’in evliliğinden dünyaya gelir. Anne Meliha Öktem Balkan’lar dan Türkiye’ye göçen bir ailenin kızıdır. İleriki yıllarda diş hekimi olan abisi, milli binici olan ablasından sonra ailenin en küçüğü olan Meliha hanım resim sanatına son derecede yetenekli olduğu halde toplumsal koşullar nedeniyle ressam olmak yerine veteriner olmayı seçmiştir.

Baba Ali Öktem’de veterinerdir. Tankut Öktem yedi yaşına gelinceye dek ailesiyle Muş’ta yaşar. ‘Üç yaşıma kadar köyde tek çocuk olarak doğa ve hayvanlarla mutlu bir şekilde yaşadım. Üç yaşımda çocuk görünce çok aşırmıştım; kendimi dünyadaki tek çocuk zannediyordum’ ifadesini kullanan sanatçı üç yaşından sonra çocukluğunun büyük bir bölümünü Edirne’de Yahudilerin çoğunluğunu oluşturduğu Yahudi mahallesinde geçirecektir. Anne ve babasının meslekleri nedeniyle Anadolu’yu kent kent dolaşmaları küçük yaşta gözlem yetisinin gelişmesine neden olur.

Bu kentlerde karşılaştığı değişik tipler, yüzler daha sonra kariyerinin doruk noktasında anıt eserlerinde gerçekleştireceği toplu figürlerde ortaya çıkacak ve bu bedenler, yüzler sanatçının gözlem depolarından ve anılarından doğup ellerinde somutlaşacaktır.

Çok sonraki söyleşilerinde Ailemin görevinden dolayı onlarla birlikte gittiğim köylerde yıllarca süren izlenimlerim ; halkımdaki tüm erdemlerin kaynağını köylü sınıfında görmeme neden olmuştur. İnsanların birbirlerini sevmesini, kıskanmamasını, el ele kardeşçe yurt sevgisi ile dolu olarak yaşamalarını ve aile bağını en önde gerçek olarak görmelerini arzulamam, kahramanlığı ve yurt uğruna varılan şehitlik mertebesini inanmam 1970-8O döneminde başladığım ve bugüne kadar sürdürdüğüm figüratif anıt çalışmalarımın nedeni, konularım ve kompozisyonlarımın seçiminde başlıca etken olmuştur’ diyecektir.

YAŞAM

Tankut Öktem yaratıcı aktivitenin tüm sorumluluğunu üstlenmiş bir tekbaşınalığı temsil eder. Geride sayısız anıtsal yapıt bırakacak denli gözüpek, korkusuz ve aşkla doludur. Saf maddenin en görkemli özdekselliğine doğru istekli ve ani bir dönüşümle sayısız yapıta imza atmış, yetenekli ellerinde taşların, madenlerin en sert maddenin form bulduğu sanatçı; yüzünü Kutsal bildiği gerçekliğe doğru çevirmiştir.

Öyle bir yaşamdır ki bu; içinde erdemden ve yaratıdan, güzellik ve soyluluktan başka bir şey bulunmayan bir biriciklik. Öylesine yalnız öylesine birbaşına öylesine özgüvenli ve tavizsiz. Sadece heykeller ve anıtsal yapıtlarından güç alan, onlarla büyüyen, genişleyen yükselen özgür bir ruh ve ülkenin topraklarına, ülkenin kahramanına, tek lidere ve onun yaratığı halka adanmışlık. Yalın içsel bir bilinçle en çok da Kurtuluş Savaşı’nın mutlaklığı, onu yaratan liderin toplumsal örgütlemesini ve bir mucizeyi bronzla dillendirerek sonsuza armağan etmek.

Tüm yapıtları sanatçının yanıp tutuşan ellerinde biçimlenmiş, yontulmuş; büyük bir özveriyle yarattığı yüzler ve yüz kümelerine ebedi hayatı atfetmiştir. Bu yüzlerin her biri ayrı her biri özgürlük savaşının figürleri/benleri/ olarak sanatçının tipolojisini oluştururlar. Yaşamın bir zamanlar bu yüzlere dokunmadan geçmediği gibi; heykel gruplarının bütününde sıra dışı bir yerleştirmeyle dizilen bronz figürlerin çevresiyle ilgisiz, topluma duyarsız hiç bir keskin köşesine rastlamayız.

Anıtsal heykellerde çoklu figürlerinin birbirleriyle uyumlu bir biçimde kesişmeleri, konturları ve birbirlerini destekler gibi iç içe duruşları; geçmişte yaşanmış soylu bir savaşın bekçilerine, sembollerine dönüştürür onları. Tüm zamanları kuşatan zamansız yüzler güneş sönene dek orada öylece bekleyeceklerdir.

Bu sanatçının tarihe karşı bir jestidir. Özellikle 1995’de yaptığı ‘Atatürk ve Şerife Bacı’ heykel grubu sanatçının doruk noktasını simgeler. Sanatın ‘Ex nihilo’su; hiçliğin varlığa döndüğü andır bu heykelde yaşanan O; sıra dışı bir liderin halkıyla birlikte verdiği özgürlük savaşını yepyeni bir efsaneye dönüştürerek bronzla yazmıştır.

Bizler bu heykel grubunu izlerken; asimetrik koca bir bronz kaidenin üzerinde yükselen dikdörtgen formun yanında, üstünde, çevresinde, biraz uzağında, altında savaşan erler, elde silah koşan askerler, mermi yüklü öküz arabasını çeken kadınlar, göğsünden yaralanmış bir asker, ölen bir askere ağıt yakan kadınlar, acı çeken çocuklar; hepsi sıra dışı komposizyonun elemanları olarak hiçlikten gelen ve Tankut Öktem ‘in ellerinde bir efsane gibi dillenerek şimşek hızında parlayan gerçekliğin kendisidir.

Gerçekliği, acıyı, toplumca çekilen ızdırabı, mücadeleyi yine gerçekçi bir dille anıtlaştırabilme gücünü; ışıktan aldığı ilhamla harmanlayan sanatçı; taşı, madeni, çamuru konuşturmakta, içinde taşıdığı yüksek ülküsünü bronzun hücrelerine işlemekte ve gelecek zamanlara armağan etmektedir.

Tüm varolanın, en yüksek düzeninin sevgi olduğunu bildiğinden ve yaşamın kuralları bir muammaya dönüşmeden, açık, net, sarih izlekler içinde eserlerini üretmiş ve üretmiştir. Tüm varolanın girift ve canlı kıvrımlarını eserlerine aktarırken altıgen ışık, üçgen ışıkları hesaplayarak yaratı yolunda yılmadan ilerlemiştir.

Amasya Tamimi heykelini hazırlarken bir grup tarafından taşlandı. Cumhuriyet heykellerine çalışırken askeri yönetimin karşı olduğu şair Nazım Hikmet’in de heykellerini yapmıştı. Çünkü sanata ve yaratıcıya aynı saygıyı duyuyordu.

Onun için önemli olan yaşamın kahramanlarıydı. Yaşamı başarmış onuruyla kazanmış herkesin heykeli yapılabilirdi.

Çanakkale’den Kars’a kadar neredeyse tüm kentlere anıt heykellerini yerleştiren Tankut Öktem bir halk ve liderinin efsanesini bu yapıtlarıyla sonsuza armağan etmiştir. ‘Ben çalışmada ilhama inanmıyorum. Konsantrasyon ve disipline inanıyorum’ diyen Tankut Öktem 1965’de Kumla’ya yerleştikten sonra 1980’de aynı yerde kurduğu heykel gerçekleştirerek şimdiden adı ölümsüzlere yazılmıştır.

Tankut Öktem için önemli olan ruhun kahramanlık mertebesiydi.

Bu nedenle yaşamın her alanında duyarlılık taşıyan Tankut Öktem 1993’de yakılan Madımak otelinde ölenler için ‘Ölü Ozanlar’ anıtını gerçekleştirerek hiçbir siyasi kamptan olmadığını bir kez daha göstermiştir.

Böylece dört yaşındayken eline aldığı fırça kendiliğinden işlemekte, boş beyaz yüzeye doğru uzanan minik el yeni formlar yaratmakta ve renklere bulamaktadır herşeyi. Tankut Öktem’in çocukluk günleri ilerde erişeceği ‘aşkınlık günlerini’ haberlemektedir bir anlamda.

Bu yetenekli çocuğun yaşadığı doğal çevre bir zamanlar heykel atölyeleriyle ünlü Anadolu topraklarıdır.

Çocukluğunda antik Yunan tapınaklarının harabeleri arasında top oynamış, Zeus sunağından ufku gözlemiş, Assos antik harabelerinde uçurtma uçurmuş, Efes Artemis yıkıntılarda yedi uyurların mağrasında öğle uykusuna dalmış, Knidos teraslarından günbatımını izlemiş, Helen öncesi harabeler bölgesinde düşüncelere dalmıştır.

M.Ö dördüncü yüzyılın ünlü heykeltraşı Praxiteles’i Aphrodite heykeli üzerinde keskiyle çalışırken, Halikarnossos’daki Mausoleum’un heykeltraşları; Skopas ve Bryaxis’in Demeter’i yontarken saçlarına dökülen mermer tozlarını, Phidias’in Zeus heykelini tasarlarken izlemiştir.

Ruhunun binlerce yıllık yaşam serüveninde yaratıcı gen gelip onu bulmuştur bir kere.

Sanatçının toplumsal bilinçaltı; tunç çağı figürinleri, Hitit Leoparlı kadın idolü, Willendorf ve Lespuques Venüsü, arkaik grek gövdesi, Mısır heykellerini yontan adsız heykeltraşın taşcı kalemi, yontucu çekiçi, döküm atölyeleriyle yüklüdür.

ÖLÜM

Onyedi metrelik grup heykel çalışmasında; toprakların bağımsızlığı adına savaşmış toplum bireylerinin dahiyane bir komposizyonda düzenlenmiş ölümün/ölümsüzlüğün harmonik karmasını izleriz. Sanatçı anıtsal heykellerinde bir çok boyut ve arayüz kullanarak imgenin rolünü sağlamlaştırır. Bu boyut ve arayüzlerde; bilincin yüksek enerjisinde varlığını sürdüren; ritm, matematik, harmoni gibi ögelerin bir realitenin biraya getirdiği koordinatlara dönüştüğü gözlemlenir.

Ana vektör’le bağlantılı bulunan koordinat boyutları yaratıcı zihin geometrik matematiğin göstergeleri olarak ya ortaya çıkmışlardır /ya da kısaca sanatçının elinden doğmuşlardır. Sanatçının eyleminde ve ışığın yapısındaki bilgi başlangıçta karmaşık bir yapı taşırken; daha sonraki evrede sanatçının zihninden elenerek damıtılan estetik bir bilgiye dönüşür. Gerçekte tüm düşünceler tüm tasarımlar tüm hayaller ve kurgular şimdiye dek var olmuş olan veya olacak olan bireysel/ortak bilincin ortaya çıkışının estetik, politik, mitolojik, tarihsel ve toplumsal temsilleridir.

BİLGELİK

Kendi gerçek varlığına uyanarak, Kutsal doruklara tehlikeli tırmanışlar gerçekleştirebilmek savaşçı bilgeliğin gerçek hazinesidir. Bu; bir realiteyi diğerine, bir dünyayı başka bir dünyaya, bir boyutu sonraki boyuta dokuyan altın ipliktir. Bilgeliğin sesini içinde bulmuş bir yaratıcının şafağı uyanışın renkleriyle alev alev yanarken eterik alemlerden inen ışığın bilgilerini donanmış biri durmaktadır karşımızda; Tankut Öktem. Işığın teknolojisini kullanarak sayısız devasa yapıta imza atan sanatçı; ölümsüzlerin şafağından bize hala şimşeklerini yollamaktadır.

‘Onların bir çağın alacakaranlığını geçtiklerini gördüm; harika bir şafağın güneş gözlü çocukları, dingin yüzlü büyük yaratıcılar, dünyanın büyük bariyer yıkıcıları, Tanrının taş ocaklarındaki işçiler, ölümsüzlüğün mimarları; onlar düşmüş insan dünyasına geldiler, yüzleri ölümsüzlüğün sessiz ihtişamını taşıyor, dudakları ruhun bilinmeyen bir ilahisini mırıldanıyor, ayakları zaman koridorunda yankılanıyor, bilgelik, tatlılık kudret ve vecdin başrahipleri. Güzelliğin güneşli yollarının kaşifleri. Onların yürüyüşleri birgün ızdırap çeken dünyayı değiştirecek ve doğanın yüzündeki ışığı doğrulayacak’.

BİLGİ

Yaratı sürecinde duyarlılık özgür ancak akıl bağımsız değildir. Sanatçının bütün yapıtlarında ne duyarlılık akılsal ilkeyi örter ne de akılsal yaklaşım duyarlılığa gölge düşürür. Duyarlılıkla kavranmış bir öz ve o özün akılla formlanmış hali; sanatçının elinde özgün frekansla yoğrulması ve sanatçının özüne bürünmesi demektir.

Bir yapıtın yaratım aşamasında; bir olgu olarak her zaman duyarlı bilgi kavramsal bilgiye karşıt bir güç halinde çalışır. Akıl incelediği obje-sujeyi çözümleme yoluyla ayrıştırırken duyarlılık bu obje-sujenin sanatçı açısından benzersizliğini ve tamlığını korumakla yükümlüdür. Böyle bir anda da yapıtın yüzleştiği, dönüştürdüğü, kendine mal ettiği içeriği vurgulayan ütopik bir jestle karşılaşılırız.

Sanatçı bu aşamada bronzun içinde bekleyeni görür, bronz parçacıkları eriyip kaynaştığında da en uzaktaki ideali en yakındaki içselle buluşturup dışa doğru dramatizasyonunu gerçekleştirirken; dışsallaştırdığı anın tüm metafiziğini kurar ve öteye geçer. Eller bronz üzerinde çalışırken kendi öznesi içinde bir ayrımı, bir anı; için ve dışın monad içindeki dilsiz acısını ve genelde kathartik duyguların bir jest ya da bir çığlıkla dışavurumunu gerçekleştirmekte ve sonsuzun monadlarına bağlanmaktadır.

Tankut Öktem estetiğinin ilk örnekleri soyut ağırlıklıdır. Bunu izleyen dönem ise figüratif somut heykellerin başladığı ana alandır. Soyut kablar, formlar, küçük heykeller; derin duyguların ifadesi olarak ilk dönemde soyut üslupla yaratılır. 20 yy’in başlarında sanat yaratı platformlarında beliren soyut sanat ifadeleri geleneksel ve avangarde akımlardan ayrı olarak biçim ötesi deneylerin ifadelendirildiği, estetik farklılıkların öne sürüldüğü bir alan olarak ortaya çıkmıştır. Biçim ötesi biçim denemelerine; düşünsel sezgisel bilgi birikiminin ve algılayışının vardığı son nokta olarak bakabiliriz. Gerçekliği seyre dalma yerine gerçek ötesini seyre dalma ve eşyanın ötesinde var olan yasaları keşfetme macerasıdır bir bakıma.

İki yaşında eline çizim kalemini alan Tankut Öktem’in yeteneğini ilk keşfeden annesi Meliha hanımdır. Atatürk sevgisini , Kurtuluş Savaşı anılarını ona aktaran da yine annesidir. Üç yaşında zatürreye yakalanan Tankut Öktem’e dişci dayısı hasta yatağında oynaması için yatağının başına hamurdan yapılmış bir askercik heykeli ve birazda hamur bırakır. Tankut Öktem hamuru ellerinde eğip bükerek yeni bir askercik formu yaratır.

Bu beceri tüm ailenin dikkatini çeker. Oğlunun doğuştan taşıdığı yetenek annesi Meliha hanımı çok mutlu eder. Oğlunda gözlemlediği ilk olgu; doğuştan taşıdığı bilgi ve yetenektir. Örnek vermek gerekirse; bu denli küçük yaşta bir atın, kaplanın oranlarını çok iyi hesaplayabilmekte, atların kaslarını adelelerini hiç kuşku duymadan elindeki hamurda yeniden yaratabilmektedir.

ZAMAN – MEKAN

Zamanı bir yapı olarak düşünen sanatçı bu akıştan çok özgün kendine ait bir kesiti biçmekte, yontmakta ve boşluğa karşıt yeni bir doluluk yaratmaktadır. Bir heykeli yaratma anında, o sihirli anda; başka bir deyimle yaşanan anda; geçmiş, süregiden şimdiyi tetiklemeye devam etmekte, süregiden bu şimdiler gelecekteki karşılıkları gibi büyüyüp olgunlaşmaktadır.
Onun hedefi ise; farklı bir şimdiki zaman yaratma adına gelecekten yola çıkarak, geçmişteki çok özel bir olayı saptayabilme ve mutlaklaştırabilme arzusudur.

 

ZİHİN

Bir hayalin kanunları nelerdir? Yaratıcı bir kurguda zamanınsı ve mekanınsı bir yön bulunabilir mi? Sanat yapıtına çıkan yollardan biri de yaratıcı zihin algısının çok çeşitli izdüşümsel uzaylarının fiziki dünya elemanlarını seçerek, eleyerek yol almasıdır. İnsan bilincinde birbiri üstüne geçmiş evrenlerin varlığından söz edebiliriz. Bunlar tabaka tabaka birbirlerini örtmekte ve eğer bir ipucu bulursa yüzeye doğru yükselmektedir. Bu duyum kuantumları sayesinde yaratıcı eylem gerçekleşmekte ve dış dünyada gördüğümüz sanat yapıtını oluşturan ifadelere dönüşmektedir. Bu katmanlar bireysel ve toplumsal bilinçaltı, tarihsel izlekler evrenin sırlarını bilme isteğinin bilincimize beklenmedik bir biçimde yansıması ve aynı zamanda yaradılışın katmanlarıdır da.

Yaradılışa katılmayan bilinç hangi edimde bulunursa bulunsun çıplak ve özden yoksun fiziki dünyaya salınıp durur. Prehisrorik sanatçıdan, kro-magnon yaratıdan günümüz sanatına ulaşan noktada yaratıcı zihin edimi artık evrenin sırlarını kavrama ve bilme aşamasına geçmiştir. Tankut Öktem ilk dönem soyut çalışmaları bu kategoriler içinde yer almaktadır. İkinci dönem ise determinist ve naturalistik sanat eseri aşamasıdır ki bu da somut dönemdir. Soyut dönemde sanatçı yaşam cevherinin sınırlarından sıyrılmış özleri; seramik formlar, küçük boyutlu heykellere uygular.

Tankut Öktem’de öz bilincinin asıl eylemi ideal ve reel bir yapı sergiler. Özbilinçin karşı yakasındaki Ben’ salt nesnelliktir. Bu da kendi başına biricik olandır tarifini yapar Schelling. Buradan hareketle şu yorumu yapabiliriz ; yapıtlarda yer alan fiziki nesne ‘sınırlı olanı’ düşündürür bize. Schelling’in yanıtı ise gecikmez; ‘Bu salt nesnel olan / tam da bu yüzden nesnel olmayan-olan çünkü nesnel bir şey öznel olmaksızın olanaksızdır/var olan kendi başına biricik olan şeydir’. Başka bir deyimle sanatçının her yapıtında yer alan sanatçının özü estetiğinin temel harcını kurmaktadır.

TÜRK HALKI

Sanatçı için artık Türk halkının ulusal özelliklerini, ruhunu heykel aracılığıyla estetize ederek anıtlaştırma ve yüceltme dönemi başlıyordu.

Tankut Öktem’in kariyerinde yepyeni bir sayfa açılıyordu. Türk toplumu üzerine yaptığı incelemeleri, gözlemleri, Atatürk betimleriyle ilgili düşüncelerini şöyle dile getiriyordu.

“Türk insanının en büyük özelliği iyi bir anneye sahip olmasıdır. Türkiye’deki anne dünyanın hiç bir yerindeki anneye benzemez. Evladı için ölür; vatanı için ölmesini bilmiştir. İstiklal savaşında en büyük fedakarlığı Türk annesi, Türk kadını yapmıştır. Türk insanı fedakardır, cefakardır, her türlü eziyete katlanabilir eğer doğru yönlendirilirse onun yapamayacağı hiç bir şey yoktur.

Aile birliğine, Tanrıya, ilahi güçlere inanır. Kahramanlık yapmak onun için gayet doğal bir olaydır. Bu özellikler dünyanın hiç bir milletinde yoktur. İşte ben, benden önceki heykeltraşların Atatürk’ü durgun kılan, statikleştiren neredeyse ilahlaştıran sanat anlayışlarına isyan ettim. Önceleri, onlara benzeyen heykeller yapmaya uğraştım. Sonradan düşündüm ki onlarla yarışmaya hiç gerek yok.

Çünkü onlar doğru yolda değil. Ben Atatürk kompozisyonlarımda devrimci, aydın, ilerici bir komutan edasından bir parça olarak gösterdim.1970-80 döneminde herkes birbiriyle kavgalıydı. O dönemde işçi sınıfının bütün dünyaya hakim olacağı inancı yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. O sırada ben buna karşı çıktım, fakat konuşarak mı, yazı yazarak mı hayır yaptığım heykellerle karşı çıktım.

Çünkü şuna inanıyordum. Türkiye’de başarı bütün sınıfların elele vermesiyle mümkün olabilirdi. O zaman yaptığım bütün heykellerde bir işçiyi bir köylüyü, bir Türk annesini, bir üniversiteliyi kolkola gösterdim. Benim o gün verdiğim mesajlar bugün bütün tazeliğini korumaktadır. Bugün toplum bireylerinin çoğu bütün sınıfların elele vermesiyle düzlüğe çıkılabileceğini kavramış değil.

Benim Gazi Magosa’da gerçekleştirdiğim anıt heykelde işçi sınıfını temsil eden, örsde demir döven bir demirci figürü yer alıyor. Bu figür yüzünden anıt müthiş reaksiyon aldı. Sen bu örslü, çekiçli adamla ne demek istedin diye itiraz edenler oldu. Bu yıllarda solcu olmak aydın olmakla koşut tutuluyordu. Böyle bir işçi heykeli yaptığın zaman bir taraftan aydınlara göz kırpıyorsun öbür taraftan mevcut iktidara kabadayılık edip onun da primini yapıyorsun. Oysa ki benim anıtlarında işçi figürleri kesinlikle böyle bir hava yaratmak için yapılmamıştır.

Benim bütün figürlerim aynı fikri işlemişlerdir. Özellikle anıt heykellerimde işlediğim en önemli fikirlerden birisi budur.

Bir diğer işlediğim mesele ise; istiklal savaşı yıllarında büyüklerimiz çok acılar çekmişlerdi. Büyük fedakarlıklarda bulunmuşlardı. Bunların muhakkak yeni nesillere gösterilmesi lazımdı.

Yetişen genç kuşaklar ancak bu anlamdaki anıtları gördüklerinde ,figürlerin yüzlerindeki ifadeleri algıladıkları zaman çekilen zahmeti anlayabileceklerdir. Yoksa onlar için istiklal savaşındaki Çakırcalı Mehmet efenin kahramanlıkları müfredat programlarının yoğunluğundan belki de hiç okutulmayacak ; gelecek nesiller bundan yüzyıl sonra üçyüzyıl sonra 1900’lerdeki Türk toplumunun nasıl bir fedakarlıkla nasıl bir ülke yaratıldığını bilmelidirler. Bence bunu anlatmak için kitaplar yetmemektedir. İşte heykeller bu açığı kapatarak gelecek kuşakların haberdar olmasını sağlayacaktır”.

********************************************

Tankut Öktem’i ülkesinde yapılmış daha önceki Atatürk heykelleri her zaman üzmüştü. Anomatik hatalı yüzü deforme edilmiş Atatürk heykellerine çok karşıydı. Bu konuda sanatçının söylediklerine kulak verelim;

“Ben ne zaman ki birtakım nedenlerle figüratif heykel yapmaya başladım, benden önce Atatürk anıtları yapmış olan yabancı sanatçıların çalışmalarını inceledim; Hepsinde gördüğüm bana ters gelen bir şey vardı. Atatürk bir kaidenin üzerinde ya da bir atın üzerinde çok statik görüntüler içerisinde yer alıyordu.
Bu heykellerinin hiç birisinde Atatürk’ün yaptığı devrimler, kazandığı zaferler, anlatılmıyordu, halkından eser yoktu. Atatürk bunları kiminle yapmış, yani askeri destek veren halkı nerede. Bir de bu heykellerin tipleri beni enteresan biçimde etkiledi. Tiplere bakıyorsunuz, Roman ya da Yunan. Türk insanının yüzü, yabancı heykeltraşlar tarafından hiç incelenmemiş. Türk insanının özellikleri yok tiplemelerde”.

 

ÖZGÜRLÜK

Yine ilk dönem soyut seramik formları ve tüm bunların arasından geleceği haberleyen haberci bir heykel; alçı kullanılarak kompoze edilen ve bugün İzmir Resim Heykel Müzesinde bulunan ‘Özgürlük Yüzleri’ adlı eseri. Olağanüstü bir komposizyonla düzenlenmiş bu heykel; ilerde yaratılacak anıtsal heykellerin kendisini bir görev olarak beklediğini sanatçının kulağına fısıldamakta; bu toprakların kendisine gereksinim duyduğu ve hep duyacak olduğu kişilerin suskun sabırlarını hafif hafif sezdirmektedir. Yeni bir üslubun başlangıcını temsil eden ‘Özgürlük Yüzleri’ adlı yapıtına şimdi göz atalım; 1964 tarihli bu eserde; sıradışı bir komposizyonun varlığı hemen algımızı kuşatır.

Bu betimde yüzler; bu topraklarda yaşayan, yaşamış olan, yaşayacak olan insanların yeryüzü macerasında nasıl birer savaşçı gibi davrandıklarının bir kanıtı gibi isimsiz çağlara atıfta bulunurlar. Umutların söndüğü, düş kırıklıklarının yüzleridir bunlar. Düşünen, anlayan, algılayan son kertede haykıran, çığlık atan bu alçı portreler geride mücadele içinde bırakılan çağın acısını yüklenmişlerdir. Bu eserin kurgusunda real ve ideal dünya birliğinin yanı sıra asıl hareket ettirici Tin’in varlığı ve yakın tarihin dinamik yapı elemanlarını görürüz. Burada tarihi öğeler, donmuş ilkeler olarak verilmez ancak dinamik geçişlerle bütüne erişilir ve eserin yapısı sanatçıya değin bir yasalılığı açığa çıkartır. Tin üzerine düşünen sanatçı; Tin’i hem duyumsamakta hem de araştırma konusu yapmaktadır.

********************************************

Bu aşamada anıtsal heykel gruplarına bir göz atalım; yüzlerin olağanüstü anlatımından oluşan ‘Özgürlük Anıtı’nı yaptığında sanatçı sadece otuzbeş yaşındadır. Altı metrelik heykel bugün Eskişehir’de yükselmektedir. Ve özgürlük genç bir kadın bedeninde konuşmakta ve toplumu, sanatçının ilkeleriyle harmanlanmış estetiğine doğru çağırmaktadır. Elinde meşaleyi göklere doğru yükselten genç kadın üst katlara ülküsel ışığı göndererek tüm dünyaya özgürlük çağrısını yollamaktadır. Bir diğer özgürlük anıtının nefes aldığı coğrafya ise; Akdeniz’de bir ada, Kıbrıs Magosa.

********************************************

1964’de ondört portrelik ‘Özgürlük Yüzleri’ adlı şahesere imza atan sanatçı 1973’de Edirne’ye yerleştirilen ‘Kırkpınar Pehlivanları’ heykelini üretti.Yeni figüratif döneminde sanatçı Tankut Öktem; ilk çalışmalar olarak 1976’da Kıbrıs Magusa Özgürlük Anıtı ve Kıbrıs Askeri Boğaz Şehitlik anıtlarını kompoze etti1

1981’de Amasya Tamim Anıtı,1982’de Ankara Atatürk ve Eğitim Öğretmen’ anıtı, 1983’de Erdek Atatürk ve Gençlik anıtı,1986’da Zonguldak Maden İşçileri Anıtı,1988 dünyanın dördüncü büyük anıtı olan yirmidört metre yüksekliğindeki Ankara Atatürk ve Harbiyeli anıtı /ki eserin kompozisyonuna yediyüz portre yerleştirmiştir ve hiç bir portre birbirine benzemez/

Kıbrıs/Limasol Girne Şehitler ve Özgürlük anıtı

1980 Kıbrıs Magusa Özgürlük Anıtı

Atatürk’le ilgili anıtsal heykellere başlamadan önce; Cumhuriyetin kuruluş sancılarını, kurtuluş savaşı kahramanlarını, kurtuluş savaşı ikonları ve efsanelerini ve onların simgelerini geleceğe taşıma duygusuyla kitaplığında yoğun okumalar gerçekleştiriyor, o günleri yaşarcasına heykellerine vereceği mimik ve duyguları saptıyordu. Onun amacı her türlü zorluğu göğüsleyerek yakın tarihi daha fazla esere aktarabilmekti.

Bu nedenle sanatçı için askeri kesimden, hastanelerden ve okullardan gelen istekleri ön planda tutuyordu. Bu eserleri bazen sadece malzeme bedeline bazen de bedelsiz olarak gerçekleştirmiştir. Ona yazıyla başvuran bir çok okul ve resmi daireye bir çok Atatürk büstü hediye etmiştir. Bazen yıllar sonra beğenmediği heykelleri kaldırıp onun yerine bedelsiz olarak yenilerini yapıp koyuyordu.

Şimdi; modern sanat eserlerinde karşılaştığımız yalın, duru, kendini dile getiren neyse Tankut Öktem’in soyut ya da somut tasarımları da odur diyebiliriz. Sanatçının içinde yaşadığı çağ iki büyük dünya savaşını geride bırakmış yaraları onarılmayı bekleyen bir zaman dilimidir. Sanat platformunda ise Empresyonizm, Ekspresyonizm geride bırakılmış, Picasso gibi bir dev dünyaya hükmetmektedir.

Bir yandan Amerika’da Popart’ın dünya sanat ortamındaki sarsıcı etkisi ve sanatçının doğduğu yıllarda Paris Soyut Ekolü’nün frapan şöhreti. Ve dönemi kapanmaya başlayan Rus soyut ekolleri. Tüm bu olgular; sanat ifadesinde modernizmi bir ileri aşamaya taşıyacak daha ileri modernizmin hazırlayıcı itici güçleri olarak devrededirler.

İleri modernizmin en büyük izlekleri olan anomi, toplumsal fragmanlaşma, yalıtılmışlığın dışavurumu, yalnızlık, bir zamanlar kaygı çağı olarak anılan ülkelerin bağımsızlık savaşları ve en başta olmak üzere özgürlük için akıtılan kan; sanatçının yapıtlarındaki gizli yönlendiricilerdir.

 

 

SU-DENİZ

Tankut Öktem ilke olarak öğrencilerine doğaya karşı, forma karşı ve canlı formun değişebilirliğine karşı duyarlı olmasını öğretmeye çalışmıştır. “Öğrencilerime denizden yeni çıkmış bir balıkla, denizden çıkalı üç-beş saat olmuş bir balık arasındaki farkı anlatmaya çalışıyorum” deyişi hayli ilginçtir.

Ve ruha bir güç dokunur, bu güç evrenin içinden akan ilahi boyutun ırmağıdır. Tankut Öktem daha çocukken bu ırmakta yıkanmış, suyun damlalarıyla ıslanan elleri altın özü kavramış, Lethe’den yudumlamıştır.

1990 İzmir Türk Denizcileri anıtı

İzmir’deki Denizciler anıtına bakacak olursak, aşağıdan yukarıya yükselen dalgalar, at ayaklı deniz atları gözünüzü kısıp baktığınızda soyut biçimleri anımsatırlar. Yüzey, hacım, çizgi ve dokusal endişeleri burada yakalamanız mümkündür. Kompozisyonun üzerini bir figürle tamamladım; bu figürün vermek istediği erkeksi tavır ve figürdeki ifade heykelin asıl konusu olan Türk denizcisini anlatır. Böylece ben, figüratif çalışmalarımı çağımıza daha uygun nitelikte ortaya koymaya çalıştım’.

1992 İzmir Türk Denizciler anıtı

Dalyan Deniz Kızı

Yanı sıra Tankut Öktem yaratıcı bilincinin uzandığı frekanslar arasında; tarihsel ve toplumsal olanın bir efsaneye bir mitolojiye dönüştürülme boyutu ağırlık kazanmıştır.

Yukarı Mezopotamya Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı alan ve aşağı Mezopotamya-Anadolu uygarlıklar beşiği bugüne dek sayısız mitolojinin doğuş yeridir. Yunan-Roma ve Ortadoğu halklarının yarattıkları mitolojiler hem gerçek hem anlık hem ideal ve süreklilik taşırlar.

YARATICILIK

Ve kültürel patalojinin dinamiklerinde ortaya çıkan değişim; yaratıcı öznenin konuya yabancılaşmadan üretimiyle, gerçekliğin bire bir algılanıp kavranan yönünü yepyeni bir alana taşıma işlemiyle son bulan yaratıcılık. Benzersiz biçem anlayışı ve ona hizmet eden kollektiflik, sanat ve politik hamlelerden geri çekilerek salt yaşanan olaya fokus olma; ifadenin avangarde idealleriyle ifadenin kişisel monad kategorisini üst üste getirir. Modern toplumda yaşanan merkezi özne olgusu; sanatçının hem kendi merkezi konumundan hem de merkezde düğümlenmiş ortak öznenin, daha doğrusu politik öznenin birbiriyle çarpışması ve çarpışma sonucu birbirinden çok uzağa fırlatılmaları anlamına gelmektedir. Bu da düzenli bir akış içinde sağlam ve güzel oranlara kavuşmuş estetik bir yapının sarih ve açık sonuçlarını işaretler.

Tankut Öktem anıtsal heykellerini yaratırken bronzun ve taşın her hücresini örgütlemesi onun deney aşırığını, düşünme ve geri düşünme, algı ve tam algı kapasitelerini gösterir bize. Belli bir ereğe doğru akan edimler gözümüzün önünde devler ve titanların savaşını andırır. Kurtuluş savaşını çok çeşitli formlarda betimlerken sanatçı titanlar ve devlerle savaşmakta; yakın geçmişte yaşanan Gigantomachiatic bir savaşın haritasını tarihi bir belge olarak bize armağan etmektedir.

Kendisinden önceki meslektaşlarına, çağdaşlarına saygı içinde yol alan sanatçı dünya sanat platformlarının izleyici gruplarını eserleriyle şaşkına çevirmiş bir usta olarak soydaşı Michelangelo’ nun ‘Sevgi demek aşk demektir, aşk da hep düşüncede ve yapılanlarda kendini gösterir’ ögüdünü aklından çıkarmamıştır.

Çağdaşı ve arkadaşlarından Roden’ in taşcı kalemini kullanışını, Henry Moore ’un eserlerindeki kütlesel uyarıyı, Isamu Naguşi’nin yorumsamacı tarzını yakından görmüştür. 18 yy de Paris kenti inşa edilirken anıtsal eserleriyle kenti bezeyen Fransız heykeltraşlar; Françoıs Rude,Antoine Louıs Barye,Jean Babtıste Carpeauxun Tankut Öktem’in yaşlı küçük çocuklarıdır. Kollektif ve bireysel benliğin en uç noktasında bulunan sanatçı davranışsal tarihin belli olaylar silsilesinin dökümünü yaparken yüksek titreşimin koyu enerjisinden beslenir. Onun armonik yönlendiricisi sadece kendi bilinçidir. Modlaj sırasında eline balmumunu, alçıyı aldığı anda form bulmaya başlayan eserin yakıtını sevgiden elde etmiştir.

Sözü; bir anlamda onun ve onun gibiler için söylenmiş, Sri Aurobındo’nun ‘Savıtri’ adlı eserinden bir kelamla bitiriyoruz.

Schopenhauer ‘İrade ve Gösterim Olarak Dünya’ adlı eserinde dahiyi ‘akıl ilkesinden kurtulma, ancak bağların varlığıyla varolabilen özel şeyleri soyutlama, ideaları bağdaşık olarak tanıma, kendini onların karşısına birey olarak değil, bilen katkısız özne olarak koyma’ tarifini yapar. Filozofa göre mutlak ideaların dahi aracılığıyla dönüşüm geçirebilmesi için dahinin herşeyle bağlantısını koparması gerekmektedir. İdealar doğrudan iletilebilen şeyler olmadıkları için; araç olarak temsil ya da canlandırma öğesinden yararlanılması gerekmektedir. Ve yine sanat yapıtı herhangi bir kavramın açıklanması hiç değildir.

SONSUZLUK

Soyut sanat yorumları klasik ve geleneksel sanattın çatallanmış yol ayrımda durur. Gerçekte soyut sanat evreni yöneten yasaların ve matematiğin özü olarak belirir. Soyut sanat sonsuzluğun dilini keşfetmeyi kendisine hedef olarak koymuştur. Soyut ifadeyle uğraşan sanatçılar herşeyden önce; belirsizliğin, sonsuzluğun, ötekiliğin ve boşluk gibi duran doluluğun betimlemesini yaparlar. Burada gündeme gelen bizzat sanatçının Tin’idir. Soyut sanat ifadesinde sanatçı Tin’in kendisiyle karşılaşır ve onu form haline getirir. Figüratif sanat ifadelerinde ise Tin’in araştırılması ve anlamlandırılması amacı yatar.

Tin ilk hareket ettirici, biçim verici, yaratıcı, öldürücü, yeniden doğurandır. Tin; kainatların yaşamı içinde devinen büyük karardır. Atomun içindeki hareket, ruhun gizemli yasası, doğal kanunlar, planetlerin varoluş nedenleridir. Issızlığın sahibi ve varlığın sözcüsü , varoluşun kırılma noktaları, zamanın matematik aklı, mekanın kayganlığı ve tüm bu olguların üzerinde kendiliğinden beliren altın tozlarının dağılma oranlarıdır.

Tin; matematiğin görünmeyen sayıları olduğu kadar, ruhun devinimleri, kainatların düzeninin özü, madde ağırlığının sırrı, değişimler arası ilişkilerin koordinatları, her varlık ve canlıda ayrı ayrı kodlanmış hücre yapısı, renklerin değerleri, ölümlüler denizinin şifresi ve sonsuzluk denizinin tek sahibi ve mutlak yasadır. Tankut Öktem estetiğinde soyut çalışmalar ve daha sonraki dönemde somut heykel grupları sanatçının hem Tin’i duyumsaması hem de Tin’in araştırılması gibi ikili bir girişimi kuşatmaktadır.

Sanatçının ilk dönem üç boyutluları; dokuz yaşındayken yaptığı; Hindi (1949), Kaplan (1949), yirmi iki yaşında ürettiği soyut formlar ve isimsiz figüratif iki heykel, yirmidört yaşında dövme bakır çalışmaları; Bale Yapan Kız, ve Tarabya Oteli kral dairesi için tasarlanan helezonik form, kuş heykelleri ve Jhon Kennedy, Robert Kennedy ve Martin Luther King Komposizyonu büst çalışması, otuziki yaşında ürettiği hayvan heykelleri.

Derken sanatçının çamura, alçıya, balmumuna, bronza uzanan zihni yetenekli ellerini yöneterek estetik nesneyi, idesinin formunu, düşüncesinin dinamiğini sadece kendi özüne indirgeme gibi bir keşifte bulunur. O; hiç durmaksızın büyüyen devleşen bir idealin yüzeylerini, kıvrımlarını, ara kıvrımlarını, yükseltilerini, yatay ve dikey geçişlerini keşfederek ilerler. Bir bakıma heykelde tüm yönleri o belirleyip tüm hareketi o veriken; dış dünyada yepyeni bir estetik nesne yaratımımda, yeni yönler, yeni yörüngeler yeni yıldız kümelerini biçimlendirmektedir.

IŞIK

Heykellerde yoğunlaşan, ayrışan figür topluluklarının çocukluğunda yaptığı gözlemlerin izlerini ; figürlerin yüzlerinde, hareket ve kıvrımlarında vererek yepyeni ifadelerin doruğunu yakalıyordu. Teknik yönden de sanatçı çok bilinçli davranıyor her heykeline, her figürüne yerleştirdiği gizli bir matematik kendini belli ediyordu.

Sanatçı parçadan bütüne, bütünden de parçaya ulaşılan estetik ilkeyi ve kullandığı teknikleri şöyle dile getiriyordu.

“Benim her eserimin iki ayrı yüzü vardır; biri gözüken yüz diğeri iç bünyesinde saklı benim bildiğim yüz. Saklı olan yüz soyuttur, görünen yüz ise somut. Seyirci eserimin figüratif yüzüyle ilgilenir. Figüratif yüzde ifadeye çok önem veririm. Dokusal efektler yakalamaya çalışırım. Figürlerin yanyana gelişleri, birbirleriyle olan ilişkileri, verdikleri mesajlar benim için önemlidir. Bunlar heykelin duygusal veya anlatımcı tarafıdır. Beni asıl ilgilendiren kısım ise; işin soyut kısmıdır.

Biçimler yanyana geldiğinde oturduğu mekan veya bir bütün içerisinde ise tamamı kendi içinde ışık ve gölgeyi nasıl paylaşıyorlar. Benim heykelimde en önemli şeylerden birisi budur Benim çalışmalarıma gözünüzü kısıp baktığınızda ışıkla gölgenin kompozisyonunu dengesini görürsünüz. Heykellerimi yaparken, figürleri yerleştirirken önce onların ışık ve kompozisyonlarına bakarım. Benim için artık orata figürler kalmamıştır. Hacım içerisinde gölgeler ve ışıklar vardır.

Hacimler kendi içinde küçüklü büyüklü önde arkada olmak üzere muhakkak bir kompozisyon olur; soyut bir komposizyon olur. Özetleyecek olursak heykelim bir bütündür ve o bütün giderek parçalanır. Figür olarak bir ifadesi vardır, sonra figürler biter, hacım olarak ifade başlar, hacımlar biter, yüzey olarak ifade başlar, yüzey biter, çizgi olarak ifade başlar, çizgiler biter doku olarak ifade başlar. Bunların hepsini ayrı ayrı incelerim Soyuttan somuta doğru gider ve ifadeyle heykelimi bitiririm.

Burada benim tavrım ve o güne kadar heykelden anladığım biçim endişelerim hem de heykelde vermek istediğim mesajlar iç içe girmiştir. Figürdeki ifadeyi mümkün olduğunca yoğun ve güçlü biçimde verebilmek için elleri, kolları, bacakları önemli olmaktan çıkardım. İnsan yüzüne yönelik bir figüratif anlayış benimsedim. Bir dönem yalnızca kafalarla, yarım vücutlarla meseleleri çözmeye çalıştım, figürleri yerleştirirken çok çağdaş kabul ettiğim bir takım esaslardan hareket etme gereğini duydum.

Örneğin; Kara Harp okulu anıtını yaparken tüfekleri, miğferleri bir doku gibi kullandım. Figürlerin perspektif olarak yukarıya doğru gittikçe küçülerek çoğalmalarını soyut bir kompozisyon olarak ele aldım. Aynı şekilde kenarlarındaki yırtılmaları gene öyle hesap ettim. Figürleri yerleştirirken de gözümü kısıp baktığımda soyut bir biçim ortaya çıksın diye uğraşıp durdum.”

Kaynak: Gülseli İnal

 

E-Posta Bültenimize Bekliyoruz.
Haftalık olarak, sizinle tüm içeriklerimizi e-posta yoluyla paylaşıyoruz.
icon
RELATED ARTICLES

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here


Most Popular