Tabiatın bizzat kendisi ise ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının kudretlerinin delilidir, nurla zulmet de bu İlâhî kudret vasıtaları arasında yer almaktadır.
Aslında Seneviler hikmetten söz etmekten, nesne ve olayların iç yüzünü irdelemekten uzak kalmaya insanların en lâyık olan zümresidir. Çünkü onların kanaati, “Nur cevherinden asla kötülük gelmez” şeklindedir, bilgisizlikse bir kötülüktür. îlim ve hikmet arama iddiası nur cevherinden ise, nur özü itibariyle bilgili ve hikmetli olandır, bilgisizlikle ve (hikmetin zıddı olan) sefehle ilgisi yoktur. Öğrenme ve hikmet arama ise ilmi ve hikmeti bilmeyenlerin görevidir. Bilgisizlik eğer kötülük (zulmet) cevherinden ise öğrenmek ve hikmet aramak ona kâr etmez, zaten şer özü itibariyle iyiliği kabul edemez ve ona müsait olamaz. Durum böyle olunca Senevtler’in hikmet ve ilim tartışması ve iddiasında bulunmaları temelden düşer. Zira onların bu konudaki tartışması nur cevheri adına ise nur cevheri daha önce de bilgili olduğundan artık tartışmanın bir anlamı yoktur. Şayet zulmet cevheri adına ise bu cevher ilim ve hikmeti dinlemediği ve benimsemediği için tartışma abestir. Şu halde mantıkî düşüncenin doğru olabilmesi için hem cehlin hem de ilmin nurla zulmetin cevherlerinde bulunduğunu benimsemek gerekir, ancak bu pozisyondadır ki kötülükle iyilik onların her birinde toplanmış bulunur. İşte Senevîler’i düalizme mecbur eden bu noktadır. Allah’a hamdolsun ki bu anlayışları kökünden çürütülmüş oldu.
Bu durumda her şey O’na boyun eğip teslimiyet arzeder. Bunun da mânası, kâinat cevherlerinden her birinin, var olup ortaya çıkışında başkasının iradesi ve egemenliğinin tasarrufu altında bulunmasından ibarettir. Kâinatın ilim ve hikmet sahibi bir yöneticisinin (müdebbir) mevcudiyeti için öne sürülecek delilden maksat da bundan ibarettir, ta ki kâinat O’nun sayesinde oluşup gelişsin ve yokluktan varlık alanına çıksın. Zira âlemin ibtidaen oluşumu sırasında, nesneleri yeniden nasıl inşa edeceğini bilen bir varlığa olan ihtiyacın arzettiği fevkalâdelik onun varlığını ve düzenini sürdürmesinin arzettiği fevkalâdeliğin dûnunda değildir. Hatta o, berikinden daha belirgindir, başkasına olan ihtiyacı daha büyüktür. Aslında âlem kendi kendini yönetmekte son derece yetersiz olup onun idaresini Allah’a havale etmenin sebepleri apaçıktır. Şunu da ilâve etmek gerekir ki, herkeste bir zamanlar yokken bilâhare vücut bulmuş olduğunun kanıtlan mevcuttur. Çünkü her akıl ve basiret sahibi kimse var oluşunun başlangıç dönemini veya geçmişte yaşadığı çelimsiz ve nazik devrelerden gelişip bugüne geldiğini hatırlamalıdır; öyle ki kişinin bu devreleri için bir başlangıç tasavvur edilmediği takdirde onun mevcudiyetini açıklamak mümkün olmaz. Bir de insanın, âdeta tükenip ölünceye kadar geçirdiği bütün bitkinlikleri ve zaafları göz önünde bulundurması kendisini mecburen önceden yokken bilâhare var oluşunun şuuruna götürür. Tasarruf yeteneği taşıyan ve olup bitenleri bilen insanın konumu bundan ibaretse, canlıların yönetimi altında bulunan ve onların kendisinden yararlanmasından habersiz olan cansız varlıkların aynı statüye [172] girmesi daha büyük bir gerekliliğin sonucudur. § Şu da var ki cansız varlıkların canlıların yararlanacağı bir konum taşıması, onları yaratıp yönetenle canlıları yaratıp yönetenin aynı varlık olduğunu gösterir; zira O, cansızları canlıların yararına olacak bir statüye koymuştur, onların dirliği cansızlar sayesinde mümkündür.
Şimdi, tabiatın sapasağlam ve sanatkârane bir yapıya sahip olduğu apaçıktır, şu halde tabiatın, sayesinde vücut bulduğu varlık, nesne ve olayların sonuçlarından haberdar olan ilim ve hikmet sahibi biridir ve O, tabiat nesnelerini bulundukları şekilde yaratmıştır. § Bu gerçek [217] sözü edilen dört tabiatın, yahut temel maddenin veya ileri sürdükleri isimlerin, âlemin bugünkü biçimini alabileceği şekilde kendi başına oluşmasının imkânsızlığı hususunu da içermektedir. Şu halde tabiatı hikmet sahibi bir yöneticinin bugünkü haliyle yarattığı kanıtlanmış ve onun yoktan oluşturulmasının zarureti de ortaya çıkmış oldu. Şu da var ki renkler ve onlardan her biri tabiatçıların sözünü ettikleri sıcaklık ve soğukluk özelliklerinden herhangi biriyle nitelenmiş değildir, çünkü öyle tabiat nesnesi vardır ki sıcak olduğu halde ona belli bir renk hâkim olur, bir diğeri ise soğuk olduğu halde aynı renk ona da hâkim olur. Demek ki renklerden hiçbiri sözünü ettikleri dört özellik (tabâi‘-i erbaa) sebebiyle veya bu özellikler renkler sebebiyle oluşmuş değildir; bu gerçeğin içinde de tabiatçıların ileri sürdüklerinin ötesinde bir yaratıcının mevcudiyeti tezi yer almaktadır. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Muhammed b. Şebîb tabiatçılara yönelik üslûbunu kullanarak müneccimlerle şöyle tartışmıştır: Bizim nitelediğimiz yaratıcının fiilinin kusursuz ve düzenli gerçekleşmesinin sebebi sahip bulunduğu ilim ve kudrettir, şayet bu olmasaydı anlattıklarının meydana gelmesi imkân dahiline girmedi. Zira daha önce yürürlüğe konmuş bir düzen sayesinde tabiat âhengini almış ve ilâhı fiiller yerli yerinde cereyan etmiştir. Yıldızların durumu da buna benzemektedir. Şayet tabiatın yönetimi Müneccime nin söylediği gibi yıldızların tesirine bağlı ise yine bu, yıldızları bu konumda yaratan, ilim ve hikmet sahibi bir varlığın düzenlemesi sayesinde olmuştur. Eğer düzenleme doğrudan yıldızlara ait olsaydı sürekli seyir ve hareket halinde bulunmak suretiyle kendilerini yorma ve sıkıntıya sokma ihtimali gündeme gelmezdi. Zira duyulur âlemdeki canlıların durumu bu minval üzeredir: Bu tür fonksiyonlar onları yorar ve eleme sevkeder. Bir başka alternatif de tabiatın yönetiminin cansızlara eliyle gerçekleşmesidir, bu durumda yönetim onlara da dışında bulunan bir varlık sayesinde tahakkuk eder, daha önce sözü edilen ipek tezgâhı örneğinde olduğu gibi. Şu da bilinmektedir ki tabiatın yöneticisi olduğu iddia edilen varlık kendini yormadan işini yürütebilse elbette bunu tercih ederdi. Hulâsa bilinmelidir ki bütün bunlar hikmet ve ilim sahibi olup her şeyden müstağni bulunan bir varlığın düzenlemesi ve önetmesiyle olmuştur, bu varlık sözü edilen her şeyi çeşitli amaçlar için kullanmıştır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Pozisyonları farklı olan fiillerin (irade ile değil de) tab‘an fonksiyoner olan bir varlıktan zuhur etmesi imkânsızdır, meselâ soğutmak, sıtmak, şer ve hayır gibi. Ortaya çıkmış oldu ki bunlardan hiçbiri tab’an fonksiyoner olanla vücut bulmuş olmayıp, § aksine her şeyi [2 J yaratılışı ve mevcudiyetiyle bu konumda düzenleyen, ilim ve hikmet sahibi bir varlık sayesinde mevcudiyet kazanmıştır. Eğer fuller cebren vuku bulsaydı fâil için bunlardan kaçınmak mümkün olmazdı, meşe â arkaya doğru itilip yıkılmış, damın üstünden düşürülmüş ve iplerle bağlanmış biri gibi. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Yaşanan dünyada felçli kimse yapamadığı şeyin kendisi için muhal olmadığını bilir, ama ve özürlü organa sahip bulunan kimse de onun gibidir; bunlardan her biri özürlerinin kalkabileceğini ve halen içinde bulundukları durumun aksine güç yetirebileceğim de bilir. Şu halde bütünüyle zorunluluk ve cebir iddiasında bulunmanın realiteye aykırı düştüğü kanıtlanmış durumdadır.
Bu konuda hareket noktası şudur ki zihinde canlandırma ey- [268] lemi aslında duyunun sağladığı bir bilgidir; veya duyuların verisinde kişinin şu anda algılayamadığı şeyleri bilebilmesinin kılavuzu vardır, çünkü kişi aslında onu tanımaktadır. Hiçbir duyu sahibi duyu yeteneğinin mahiyetini ve keyfiyetini bilemez. Bu durum aynı konumda bulunan herkes için aynı şekilde gereklidir. Şu halde duyu yeteneklerinin, bunların mahiyetini bilen birinin sayesinde oluşmuş ve O nun tarafından inşa edilmiş bulunması aklî bir gereklilik arzetmektedir.
Öyle ki duyulara sahip bulunan canlılar bunları inşa edenin duyular vasıtasıyla idrak edilemeyeceğini de kabul ederler. Zira idrak yeteneği bulunan herkes kendi yapısal kuruluşundan bile habersiz, bedeni ve ruhî mekanizmasından bozulanları onarmaktan âcizdir. Bu durum maddî âlemin ötesinde ilim ve hikmet sahibi bir varlığın mevcudiyetini zaruri kılmaktadır. Bu varlık duyulur nesnelerin özelliklerini taşımaz, çünkü böyle bir şey imkân ve ihtimal dahilinde bulunsaydı, duyulur âlem O’nun sayesinde var olamazdı, bizim gibilerin sayesinde olamadığı gibi. Hatadan korunma ve kurtuluşa erişme ancak Allahın yardımıyla mümkündür.
Kaynak: Kitabü’t-Tevhid Açıklamalı Tercümesi Ebu Mansur El-Matüridi