HomeMAINTeoman Duralı'nın Eserlerinde Bilgelik

Teoman Duralı’nın Eserlerinde Bilgelik

Teoman Duralı’nın Eserlerinde Bilgelik Teoman Duralı’nın Eserlerinde Bilgelik Teoman Duralı’nın Eserlerinde Bilgelik

Felsefe ve Bilgelik

Felsefe ile hayat kurulmaz. Bu, felsefeyi doğuran felsefenin annesi olan bilgelikle karıştırılmasından ileri geliyor. Bilgelik hayata ilişkin eşsiz reçeteler sunar insana. Bilgeliğin din ile yakın bir bağlantısı vardır çünkü bilgelik dinde olduğu gibi önemli ölçüde duygulara dayanır. Felsefede duygu yoktur. Felsefe sadece ve sadece akla dayanır, akıl işidir. akılla yürütülür. Aklın hayatta yeri var mıdır, tabii ki vardır ama salt akılla hayat kuramazsınız.

 

Kutadgu Bilig Sözlüğü;
  • Devlet
  • Çin Bilgeliği
  • Bilge/lik
Omurgasızlaştırılmış Türklük
Felsefe Bilim Nedir
Sorun Nedir
Çağdaş Küresel Medeniyet
Videolar

Bilgelik 22

 

Kutadgu Bilig Sözlüğü: Bilgelik

Kutadgu Bilig Sözlüğü: D E V L E T

FELSEFEnin ANNEsi: HİKMET

“Ariflerden biri Hikmeti şöyle vasıflandırmış:

Hakk, gâyesidir; ilham, rehberidir; kalb, durağıdır;
onu ilhâm eden Allah’tır;
kabul eden, akıl; dışa vuransa, dildir…”
(Orhan Şaik Gökyay: “Kâtip Çelebiden Seçmeler”, 148. s.)

“İlm bir lücce-i bî-sâhildir.
Anda âlim geçinen câhildir”
(Nâbî)

XII
“Biz gittik, kalanlar, sağolsun;
doğan, önünde sonunda ölür.

Hırsı bırak, kendini boş yere harcama,
Şu toprak altında çırak da bir, usta da.

Kötüydüsek, geçtik, gittik kötülüğümüzle,
iyiydisek, hayırla anın bizi.

Yokolmağı istemiyormusun,
iyi şeylerden evlâdın olsun;

iyiliklerin bükülmüş ipliğidir, kalan,
odur dünyaya direk olanların canı.

Şu akıp giden kum seline bak,
ne durması var, ne dinmesi,
bir dünya, birdenbire nasıl bozulur, bak.

XVII
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi..
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Dünle berâber gitti, cancağızım.
Nice söz varsa, düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”
(Mevlânâ Celâleddîn Rumî/Bkz: Abdülbâki Gölpınarh, 296. – 297. syflr.)

“Kime Hakikatten haber gelirse,
onda beşeriyetten eser dahî kalmaz.

Tâ yücelerden yer altına dek her tarafı sebepler kaplasa,
onun sebeplere yönelmeğe meyli kalmaz artık.

Kim varlığını darmadağın eder, benliğinden kurtulursa,
Hakikatin ta kendisinden ona bir nazar gelir ulaşır”
(Mevlânâ: “Fîhi Mâ – Fîh ve Mecalis-i Seba’dan Seçmeler”’, 269. s.)

91
“İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır

Okumaktan manâ ne kişi Hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme çok ta’at kıldım deme
Eri Hak bilmezisen abes yere yelmektir.

Dört kitabın manâsı bellidir bir elifte
Sen elif dersin hoca manâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca gerekse var bin hacca
Hepsinden iyice bir gönüle girmektir”
(Yunus Emre)

Dünya bir avrettir karı yoldan koyar niceleri
Sürün gitsin ol Ayyâr’ı onu sevmek ardır bize

Dünya harâmdır hâslara lâkin helâldir hamlara
Bu dünyayı dost tutmayız ol dünya murdardır bize”
(Yunus Emre/bkz: “Yunus Emre Divânı”ndan/Akçağ, Ankara, 1991)

Kaynak: Felsefe-Bilim Nedir? 

………………

“Ârifler, önüne ön olmayandan bahsetmişler;
Hay huyun beline vurmuşlar;
Ortadan ikiye bölüp atmışlar.
Şöyle sürdürür sözlerini pîri âriflerin:
‘Kime haber ulaşırsa hakîkatten,
Eser bile kalmaz onda beşerlilikten.’
Sebepler kaplasa tâ yücelerden yeraltına dek her yönü yöreyi,
Kalmaz onun sebeplere yönelmeğe eğilimi.
Kim varlığını darmaduman eder de olur benliğinden,
Artık umursuz bırakmaz bir bakıştır gelir ona hakîkatın ta kendisinden.”

Mevlânâ[2]

Aralarında ince ayırımlar bulunmakla, birlikte, ârifi, hakim ile bilgeyi burada kullanışlılık (Fr pratique) kaygısıyla kısaca aynı anlamda kavrıyoruz. Nedir bu kişinin ayırıcı özelliği? Mevlânâ’nın bildirdiği üzre, ötekilerden farklı olarak “önünde ön” olmaması; “hay huy” selinde boğulmamasıdır. Gündelik gâilelerle becelleşen olağan kişinin, önünde zihince dengi olan beşer/ler kılavuz olarak yer alır. O, “hay huy” hâlinde düşünür, konuşur, eyler. Hakikat arkaplanından habersiz kimseye yaşadığı gerçeklik, ilintileri gelişigüzel, arızi gibi gelen olaylardan ibârettir. Görüp işittiklerinden ders ve ibret alarak, özellikle uzun vadede, yaşayabileceklerini kestiremez.

Burada askeri bir deyime başvurursak, strategique manâda düşünemez. Gününü gün eden olağan ‘zekâ adamı’,[3] tactique düşünüp eyleyen kimsedir. Bilgeyi, olağan zekâ adamlığından ayıran başta gelen etken, strategique düşünüp eyleyen ‘akıl insanı'[4]oluşudur. İşte bundan dolayı Aristoteles’e göre, bilge anlamında filosof, kanuna tâbi değil; zirâ kanunu o koyar, vazeder. Bilge, benimsediği ahlâk ilkelerine bağlanmak sûretiyle ‘hay huy’dan kurtulmuşluk anlamında ‘sıkıdüzen insanı’dır. ‘Haylı huylu yaşayış’ta ‘katlanarak düşünme’ sonucu keşfedilen kalıcı anlamlardan yoksun olunulur. Anlamlar, hep kayıcı, geçici, boğuk ve müphem kalırlar. Neyin nasıl olduğu tanınsa bile, nedeni anlaşılıp bilinmez. Algılardan idrâka; düzayak düşünmeden teemmüle, hele tefekküre asla geçilemez.

Üstün sezgili insan, kendini gerçekliğin binbir çeşit görünüş aynasında fâşetmekten sıkı sıkıya sakınan hakikatın perdelerini teker teker açar; ona nufuz etme cehdügayretini gösterir. Çünkü merak eder. ‘Merak’, ‘cezbe’dir. Aşık olunan hakikatın girdâbına kapılmaktır. Aşksa, maddiyât neviinden menfaat vadetmeyen bir menzile durmadan dinlenmeden kulac atmaktır. Böyle davranan, yaşayan kimsede karşı karşıya kaldığımız vaka, dikkatin olağanüstü derecelerde yoğunlaşmasıdır. Dikkatini dağıtmayan, sağa sola savurmayanın da bilinci pektir, sağlamdır. Başka bir söyleyişle, neyi neden ve niçin yaptığını sıkı sıkıya düşünüp taşınmış olmalıdır.

Neyi, neden ve niçin yaptığını bilen, her şeyden önce katlanarak düşünmek zorundadır. Katlanarak düşünmek, yâni teemmül, bilincin en belirgin göstergesidir. İşte, bilge, düşünceleri ile eylemleri üstüne katlanmağı âdet edinmiş, evvelemirde ‘öz ben’ini araştırmağa girişmiş kişidir. Öz beninin köşe bucaklarını, tekmil kıvrımları ile boğumlarını keşfede ede nihâyet ‘bendışı’na doğru merak dolu ‘göz’lerle hamle yapan insan ‘bilge‘dir. ‘Öz ben’ini keşfetmeden ‘bendışı’na yönelen, arkasında düşman kalelerini ele geçirmeksizin bırakarak Viyanayı fethetmeğe kalkan Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın (1634 – 1683) askeri hatâsını kişisel düzlemde tekrarlar. ‘Bilge‘, hayat yolunda edindiği tecrübelerden ders çıkararak hayati hatâları askariye indirmeği başaran dâhi şahsiyettir.

Bilge (hakim, ârif, sufi.), bireyin gerek kendine dönük, gerek öteki birey toplulukları arasında gerekse kendini çevreleyen doğada daha anlamlı, uyumlu ömür sürmenin yolunu yordamını araştırır. Bu maksada yönelik olarak gündelik yaşama akışının dışına çıkmak zorundadır. Akıntıya kapılmış sürüklenen, durumu üstünde düşünemez. Ancak akıntıdan kendini kurtaracak ki, durumunu mütâlea edebilsin. Söz konusu tutuma ‘teorik tavır alış’ diyoruz. Başka bir anlatımla, insanın, içinde bulunduğu durumdan kendini sıyırarak oraya ‘kuşbakışı’ tavırla yeniden bakması, nazar atfetmesi ‘ teoria yapma’sı demektir. Buna işte, ‘bilgelik‘ adı verilir.

Kaynak: Kutadgu Bilig Türkçenin Felsefe-Bilim Sözlüğü. Mayıs 2013. ss.210-211

……………………………………

………..

“‘Hakikat’a türevi olan ‘gerçekliğ’in iki kapısından geçilerek girilir. Bunlardan biri gerçekliği ‘aşkın’, ötekiyse ona ‘içkin’dir. Bilge, her iki kapıdan da geçmesini beceren ‘üstün insan’dır. Aşkınlık kapısından geçerek ‘temâşa-tefekkür’ yetisini konuştururken, içkinlik yoluyla da ‘teemmül-tefekkür’e dalar. Teemmül-tefekkür yolundan yürüyerek ilâhî sesi bulgular, vicdan. İlâhî sesten hareketle bilge, terbiye-âdâp kurallarını ‘ilhamla’; resul ise ahlâk ilkelerini ‘vahiyle’ tespit ve tanzim eder. Bilge, şu durumda hakikatin aşkın ve içkin
vasıflarına bir arada vâkıf olma çeşidinden melekesi vardır.” Teoman Duralı, Türkçenin Felsefe-Bilim Sözlüğü, s. 211.

Türkiye’de Sosyal Teoride Din

Hikmetten doğansa felsefedir, felsefenin spekülatif olmayan metafizik temelli gidişi ise bize bilimi sunacaktır.19 Yukarıda tüm olgun kültürlerde rastlanan üç temel sacayağının
mevcut olduğuna temas etmiştik. Bunlar sırasıyla, zanaat, bilgelik ve dindir. Bilgelik burada aracı rolü oynar, zanaat, insanın yaşamak ve varolakalmak için, bedenî ve
nefsî gereksinimlerini temin etmek üzere çevresinde bulduğu doğal unsurları az yahut çok işleyerek kendisine yararlı hâle getirebilmesidir. Doğal unsurları kişinin hem kendisine hem
de yekdiğerine faydalı hâle getirilmesini tasarlamak ise bilgeliktir. Burası, bilgeliğin maddîliğe ve yarara dönük tarafıdır.

İnsanın bunun yanında bir arada olabilmek gibi zorunlu bir sorumluluğu vardır. Bu noktada kişi birey ve toplum varlığı olarak ilişkilerinin ağını dokumayı bilmelidir, yâni sâdece kendi varlığı için değil, yekdiğeri için de beslenme, üreme,
korunmayı talep edebilmelidir. Bu noktada da bilgelik, dine dayalı kültür-toplum-örf düzenini örgütleyici bir düşünce etkinliği olarak tebârüz eder. Felsefe söz konusu bilgelikten sâdır olabilmiş bir insan başarısıdır ve bilgeliğin kurumlaşmış
şekline tekabül eder, Aristoteles ile birlikte bilimin de neşet ettiğini ileri sürebiliriz. O hâlde tam burada felsefe-bilim etkinliğinin nefsî-ruhî ihtiyaçtan tebârüz eden bir tarafının
olduğunu görebilmek mümkündür, din ise insanın sâdece ruhî ihtiyaçlarına cevap üreten aşkın çerçevedir.

……………………………………..

“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında”[i]

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, bu dörtlüğüyle, uzun uzadıya açıklamalar ile tariflerin beceremeyeceğince bilgeliğin aslını, esasını açık, seçik ve özlü bir biçimde ortaya koyduğu görülüyor Bkz: Ahmet Hamdi Tanpınar: “Bütün Şiirleri”, baskıya hazırlayan: İnci Enginün, 19.s.

Teknik anlamıyla felsefe-bilimin menşei olan ‘bilgelik‘, önemli oranda dinimsi, yânî efsâneyle ilgili uğraşılardan kaynaklanır.[iv] Böylelikle daha ileriki tarihlerde, kuzey Moğolistanda Orhun ırmağının yatağından çıkarılmış yazıtlarda, düpedüz dinî olanların yanında bilgeliğe ilişkin konuların da işlenmiş olduğu görülmektedir. Bunların en eskisi 581de Bugut tarafından ortaya koyulmuş olandır. Sonra, Göktürk veziri ve komutanı Bilge Tonyukuk’un 725’e tarihlenen 62 satırlık, Kül Tiğin’in 732’ye tarihlenen 72 satırlık ve nihâyet Bilge Kağan’ın 735’e tarihlenen 89 satırlık yazıtları Türk düşünce tarihinin ilk kayda değer düşünce verimleridir.

Hintli Şehzâde Siddharta Gautama’nın -nâmıdiger, Buddha, M.Ö. Beşinci yüzyılda vucuda getirmiş olduğu ve zamanla din boyutlarına erişmiş bulunan Burkancılık, kısmen kendi yerli inançları çerçevesinde yaşayan Türklere M.S. Beşinci yüzyılda vardığı tahmin olunmaktadır. Güney Çin’de Vey adıyla hâkimiyetlerini kuran Tabgaçlar (T’o-pa), 400’lerin ortalarında Burkancılığı devlet dinî olarak ilân etmişlerdir. Daha sonraları Çin hükümdarı 500lerin ikinci yarısında pâyıtahtı Çang-nan’da Türkler için bir Burkan tapınağı inşâa ettirmiştir.

Yine bu dönemlerde Hintten, Çinden ve Tibetten gelen bilge keşişlerin Türkler tarafından hüsnükabul görmüş oldukları bilinmektedir. Mezkûr devirde kaleme alınmış Bugut ile Bumin Kağan yazıtları da bu yeni inanç düzenini benimsemekte olan Türklerin o zamanki ruh hâletlerini yansıtmak bakımından ilgi çekicidirler. Sözünü ettiğimiz ruh hâletinde toplumca sıkıntısı çekilen bir ikiliğin izleri açıkca görülür. Soylular ile yetkililerin bir bölümü bu yeni inanç düzenini benimserken, halkın neredeyse salt çoğunluğu Göktanrıyı, yânî Tengriyi esas alan ata yâdigârı iytikâtlara inatla bağlı kalmıştır. Devleti yeniden ayakları üstünde doğrultmak niyetindeki Bilge Kağan, surlarla çevrili şehirler kurdurmuş ve bu arada Burkancılığa eğilim göstermiştir.

Burkan inancını benimsememiş kimi Uygur düşünürlerinin (Kao-chang yahut Turfan Uygurları), özellikle Onuncu ile Onbirinci yüzyıllarda ortaya koymuş oldukları gerek tercüme gerekse telîf eserlerle[xii] vucut verdikleri bilgelik geleneği, tüm Türk düşünce hayatını özden etkilemiştir. Bahsi geçen dönemdeki bilgelerin en dikkate değer olanlarından biri, Vapşı Bakşıdır.

Felsefe-bilimin ana yolu, yöntemi, dış (bîrûnî) tecrübe (gözlem) ile akıl yürütmeyse, bilgelikte henüz belli belirsiz safhadadırlar. Bundan dolayı bilge, iç tecrübeler ile sezgiyi yansıtmaktan âciz kalan kavramlarla elden geldiğince az iş görmeğe bakar. Nitekim bilgemiz Vapşı Bakşı da, varolanların, kişideki düşüncelerden, bunların da bilinc edimlerinden doğduğunu, bilinc edimlerininse, bölünmez, parçalanmaz, ezelî ve ebedî bilinç bütünlüğünün aşamaları olduklarını anlatabilmek için mecâzlarla dolu mesellere rağbet etmiştir.

Burkancı gelenekte yer alan Vapşı Bakşı gibi bilgeler ‘nom’lar[xvii] kaleme alırlarken, İslâm medeniyetindeki bilgelerimiz ‘divân-ı hikmet’leri yazmağa koyulmuşlardır. Nitekim, daha önce de bahsettiğimiz üzere, Türklük, tarih boyunca bir medeniyetten bir başkasına geçmekle kalmayıp medeniyetler câmiasının dahî birinden öbürüne geçmiştir. Türklük, İslâmdan önceki kısmen Göktürk ve nihâyet Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri câmiasına mensupken, Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri câmiasının üyesi olmuştur. Ne var ki olağanüstü biçim değişikliğine rağmen, kimliğini yitirmemiştir. Zirâ değişikliğin hızı, o denli tatlı, o kadar mutedil olmuştur ki, Türklük dediğimiz pâyândâ, taşıyıcı eksen kırılmamış, hep aynı kalmıştır. Bunu nitekim kimi ana gelenek doğrultularının sürüp gitmesinden açıkça görüyoruz. İşte bu ana gelenek doğrultularını bize Mehmet Kaplan, şöyle sıralamıştır: ‘Gâzîlik’, ‘velîlik’, ‘ahîlik’.

Türklüğün askerlik, savaşcılık cephesi İslâm medeniyeti devrinde nasıl ‘gâzîlik’ olarak görünüme çıkmışsa, bundan önceki medeniyet ortamında da öyle ‘alp’ tipiyle belirmiştir.[xviii] Aynı şekilde, öteki temâyüz etmiş vechesi olan ‘hikmet’te de (bilgelik) İslâmdışı yahut İslâmöncesi ile İslâm medeniyet devirleri arasındaki bütün farklara rağmen, belli bir süreklilik gözden kaçmıyor. Arap, İran gibi, öteki Müslüman toplumlarında seçkin yer tutan hikmet geleneğine Türkler, velîleri, sufîleri, ârifleri, erenleriyle katılmışlardır. İslâmda en mümtâz makam hikmete tahsis olunmuştur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîmin Bakara Suresinin 270. Âyetinin meâli, Abdullah Cevdet’e göre, “Allah, murad ettiğini feyz-i felsefeye mazhâr eder ve fuyuzât-ı felsefeye mazhâr edilen kimseye pek çok hayr verilmiştir.”[xix] şeklindeyken, Ismâîl Hakkı İzmirli’ye göre de şöyle olmalı: “Allah, dilediğine hikmet verir. Her kime hikmet verilirse, ona çok hayr da verilmiş olur….”[xx]

Nihâyet, “felsefe kumandandır; fünûn onun ordusudur… Kumandansız ordu için fevz ve selâmet yoktur. Gençleri felsefeyi zâi etmiş olan ümmet, ne büyük zâhiyâtdadır”[xxi]şeklinde bir hadîs rivâyet olunmuştur. Bunun sahîhlik ihtimâli pek zayıf olmakla birlikte, ‘Hikmet’in İslâm âleminde mâlik olduğu mevkii göstermesi bakımından ziyâdesiyle dikkat çekicidir. İslâmdan önceki ve onun dışındaki medeniyet dairelerinde dahî hikmet binâlarını inşâa etmiş Türkler, Müslüman olduktan sonra, İslâmda zâten pek ululanan söz konusu alanda neredeyse vecd hâlinde hizmet görmüşlerdir.

Kılıcıyla Gâzî’nin Dârulİslâma kattığı ülkelerde gönülleri fethedip devletin kurulmasına her bakımdan zemîni hazırlayanlar Hikmet erbâbı Velîler, Sufîler, Ârifler, Erenler olmuştur.[xxii] İslâmdan önceki ve onun dışındaki medeniyet dairelerinde Hikmet ehli Türkler, ‘Kam’, ‘Bilge‘[xxiii] ile ‘Goşt'[xxiv] lakaplarıyla anılmışlardır: Bunlar, İslâmî devirde olduğu üzre, toplumu derleyip toparlayan, yarınları düşünen, ileriye dönük tedbirler öneren, maddî ve manevî ihtiyâçları karşılayıp şifâ dağıtan ve nihâyet devletin kurulup yönetilmesinde bilfii1 görev üstlenen üstün kişilerdi.

Tarihte doğrudan doğruya ‘bilge‘ lakabıyla anılan hükümdârlarla bir Göktürkler ile Uygur Türklerinde, bir de, İlkçağ Çinlilerinde karşılaşılır. Aslında ‘hikmet binâları’na[xxv] vucut vermemiş, başka bir anlatışla, medeniyetin felsefîleşmişlik safhasına ulaşmamış toplumlarda devletin ömrü, birkaç yüzyılı aştığına tanık olunmamıştır. Türklüğün uzun geçmişi bulunan tarihiyse, medeniyet kurucusu ve taşıyıcısı bilgelere çok şey borçludur.

İşte bilge kağanlardan velilere, erenlere; yahut başka türlü söylersek, Vapşı Bakşı’dan, Hoca Ahmet Yesevî’den, Yusuf Has Hacip’ten yahut Alî Şîr Nevâî’den Hacı Bayram ile Hacı Bektaş Velî’lere yahut Yunus Emre’ye kesintisizce uzanan bir hatdan bahsetmek yanlış olmasa gerek. Mezkûr hatla aktarılan bir zihniyettir. İnsanı kavrayış, dünyaya bakış, hâl ile hareket tarzıdır. Bahsi geçen zihniyeti taşıyan hatdın esası dildir; burada söz konusu olansa, Türk dilidir.[xxvi]

İşte M.S. Altıncı yüzyıla değin gerisin geriye izleyebildiğimiz Türk yazı dilinde biçimlendiğini gördüğümüz bir bilgelik, bir hikmet edebiyatı, en sonunda Tanzîmattan, yânî Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren felsefe-bilime vucut verdi verecekken Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde millî kültür mirâsında ortaya çıkıvermiş olan korkunc ânî, şiddetli, derin, köklü, keskin kesinti, kopuş, nihâyet; biyoloji terminolojisiyle söylersek, bir mutasyon, hayırlara vesîle olabilecek sözünü ettiğimiz oluşumu akâmete uğratmıştır.

Giderek, tam anlamıyla milletleşmiş toplum ancak, insanlığa hayat iksîri olacak üstün kültür başarılarını ortaya koyabilir. İşte 1800lerin başında öncelikle ‘Osmanlılık'[xxvii] çerçevesindeki ‘Türklük’ böyle bir aşamadaydı. İki yüz yıl boyunca çekildiği istirâhat sırasında yediği yeğin ve can yakıcı darbelerle silkinip kendine gelen Türklük, “ben kimim?” sorusuna verebileceği birkaç cevap seçeneğine sâhipti. Zâten gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde kişilik kazanmışlığın ana göstergesi, “ben kimim?” sorusunu sorabilmek ve buna ne dediğini bilir tavırla, cevap getirebilmek yönünde yürüyen bir ‘felsefî bilinç’tir.

Ne olup olmadığını ve ne olabilip ne olamayacağını sezer hâlde, Osmanlı Türkü, 1800’lerden itibâren, ‘felsefi bilinc’ini ortaya çıkarmış, inşâa etmiş toplumlarla karşılaşmak üzre yola koyulmuş yahut koyulmak zorunda kalmıştır. Yola koyulurken sırtını Batı medeniyetleri câmiasından İslâm medeniyeti âlemine dayamış bulunuyor, Dâr-ul-İslâm’da ikâmet ediyordu. Dönüp dolaştığı illerden, iklîmlerden pek çok etkilenmiş, yüklü bir tecrübe dağarıyla donanmış durumdaydı.

Öncelikle İlkçağ Çin, Hint, İran medeniyetleri ile Bizans kültürü ve İslâm medeniyeti aracılığıyla Eskiçağ Ege medeniyetinin izlerini taşıyordu. Ama bütün bu izlerin, etkilerin kazınıp işlendiği tarihini boydan boya kateden hatdı da ihmâl etmemek gerek. ‘Sultan han’ın, ‘tarîkat ehli’ ile ‘ulema’nın ve ‘gâzî’nin selefleri ‘kağan’dan, ‘bilge‘den ve ‘alp’ten çıkıp gelen hat. İşte bu hatdın heyetimecmûu ‘tarih’tir.

Tarihinde olup bitmiş vakalar ve kurulmuş hukuk, zanaat, sanat ve devlet gibi geniş kuşatımlı teşkilâtlar üstünde düşünüp bunlardan geleceğe yönelik projectionlar yapabilen toplum, felsefî bilinc örneğini ortaya koyar. Böyle projectionları elbette toplumun gelişigüzel her bireyi yapamaz. Bunlar, ancak çok geniş ve derin düşünebilen vukûfu tam olan bilgeler, giderek filosof-bilimadamları başarır. Onların yetişmesine uygun ortamı sağlayan, Ahmet Rızâ beğin belirttiği üzre, ‘élitiste aristocrate monarchique’ düzenlerdir. 1859 – 1930 arasında yaşamış düşünürümüz Ahmet Rızâ beğ, bu çeşid ortamları şöyle vasıflandırır:

“Büyük hükümdârlar etrâfına aristokratları toplardı. Bunlar aynı zamanda memleketlerinin aydın tabakasını oluşturan kimselerdi. Bu tabaka, halkı idâre eder, ona örnek olur, hükümdâr ile halk arasında bir yetki halkası teşkîl ederler, ilkinin şiddetini yumuşatır, ötekilerinin isteklerini frenler, buhran zamanlarında onları takviye eder, yeniden mücâdele gücü verirlerdi. Konakları kâbiliyetlilerin sığınağı, misâfirperverliğin müşterek yuvası, geleneklerin ve milletin ahlâk kurallarının canlı arşivini teşkîl ederlerdi. Tarihin büyük olaylarında yararlı müdâhaleleri müşâhade edilmiş bulunan devletin bu kudretli pâyândâları, ne yazık ki yavaş yavaş yokoldular…”[xxviii]

Almanların, Kuzey Avrupanın soğuk, puslu ormanlarından çıkıp Avrupanın Ortaçağ Hırıstıyan ile Yeniçağ Aydınlanma medeniyetlerinde işgâl ettikleri mevki ile Türklerin, Orta Asyanın doğusundaki buzlu bozkırlarından kopup İslâm medeniyetine girip orada edindikleri orun andırışmaktadırlar. Her ikisi de benzer coğrafya, iklîm ve yaşama şartlarının sonucunda hâvî oldukları; tâze, bozulmamış, manevî ve maddî güc, tâkat ve heyecânla intisâb ettikleri yeni medeniyetlerinin koruyucusu ve taşıyıcısı kesilmişlerdir. Özellikle bu yüzden her ikisi de öteki din kardeşleri olan kültürler tarafından hep kıskanılmış, hiçbir zaman da dost ve hoş görülmemişlerdir.

Önceleri yeni girdikleri zihniyet ile fikir âleminde düşünce üreten adamlarının pek azı dar anlamda felsefe yapmıştır Almanlarda Albertus Magnus, Nicolaus Cusanus, Johannes Kepler; Türklerdeyse Uzlukoğlu Farabî, Ebu Mansur Maturidî, Hoca Ahmet Yesevî, Yusuf Has Hacip. Bunların çoğuysa, sufî ile ilahî vecdlerin ve heyecanların karıştığı, mezcolduğu hayat tecrübelerinden hareket eden bilgelerdir. Genellikle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi yönündeki çabalardan neşed eden bir yaşama tavrı ile davranma tarzı olarak tarîf olunan ‘bilgelik‘, dakik araştırma düzeni ve bilgilerin örgün birliği demek olan ‘bilim’den[xxxi] pek farklıdır. Bugünkü şartlarımız çerçevesinde düşünsek bile bilgelik, yine de bilimden elde edilmiş sonuçların kaynaştırılmasından, harmanlanmasından çıkarılan bir bütünlüklü görünümden, resimden farklı, daha fazla bir yapı, bir düzenlemedir.

Zirâ bilgelik, kişisel varoluştan sökülüp ayırılamaz. ‘Zekîlik’, her ne denli olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi hüneri anlamına gelebilirse de, tamamıyla yarara yönelik olması, ‘bilgelik‘le örtüşmesini önler.[xxxii] İşte çoğunlukla yaşantılardan hareketle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi çabalarından doğan bir yaşama uslubu ile davranma tarzı olup günübirlik yarar güdülerinin cezbesine ve akılla dizginlenmiş heyecânlara kapılmamak mahâreti şeklinde tesbît ve tescîl edilegelmiş ‘bilgelik‘, ilk defa M.Ö. Altıncı yüzyılda Batı medeniyetleri câmiasının Eskiçağ Ege medeniyeti çerçevesinde ilkin ‘felsefe’ye, onunla birlikte de ‘bilim’e, böylece de ‘felsefe-bilim’ dediğimiz öncesi, eşi, benzeri bulunmayan düşünceyi ve bilgiyi araştırma-üretme sistemliliğine yol açmıştır.

Felsefe-bilim çerçevesinde özellikle Onyedinci yüzyıldan itibâren vakıaların fizik açıdan Mekanistik nedensel yöntemle sistemlice ele alınmaları tavrı ağırlık kazandıkca, bilgece tutum ile yaşayış gerilemiştir. Bahsedilen yöntemle iş görülürken üstünde durulan yalnızca ‘duyu’lar yahut ‘duyu verileri’ olup bunların yol açtıkları yahut açabilecekleri ‘duygu’lar asla dikkate alınmazlar.

Görüldüğü gibi, doğadan devşirilen hammaddelerin bambaşka beşerî mamûllere dönüştürülme işlemleri ve bunların sonucu olması bakımından ‘heyetimecmûu’yla ‘kültür’, bir ‘doğadışı’, demekki ‘metafizik’ ortamdır. Öyleyse Mekanikci-Positivci dünyagörüşüne anaörneklik oluşturan ‘fıziğ’in kendisi bile ‘metafizik’,[xxxvii] yânî ‘inanç’larımızın, ‘fikir’lerimizin[xxxviii]çerçevesinde becerilen işlerdendir. Doğaya çıktığımızda bir ‘duyu verileri bombalanışı’yla karşı karşıya kalırız. ‘Dimâğ’ ‘akıl’ ile ‘zihin’ faaliyetlerimizle ürettiğimiz inanç ile fikir gibi, çerçevelerimize yerleştirdiğimiz bu duyu verilerinden gerçekliğe ilişkin tableaular elde ederiz. Çerçeveler, verilere nice uygun düşerlerse, onca geçer addedilirler.

Bütün bunlar, Sokrates’in ve bu arada Vapşı Bakşı ile Yunus Emre gibi, bilgelerin haklılıklarının derecesini yeniden gözümüzün önüne sermektedirler: ‘Ben’ ve ‘ben-gibiler’i sıkı sıkıya incelemeden, bu meseleyle alabildiğine uğraşmadan, doğrudan doğruya ‘bendışı’na uzanmak bizi onarılmaz yanlışlara sürükleyebilir. İşte Kant’ın da işe böyle koyulmuş olduğunu görüyoruz.

Yalnız, o, bunu felsefe-bilimden önceki yahut onun dışında kalmış bilgeler gibi dağınık biçimde yapmamıştır. En örnek alınacak yanıysa, farklı alanları birbirleriyle karıştırmamağa çaba harcamış olmasıdır.[xxxix] Bu cümleden olmak üzre, klasik mekaniğin yöntemiyle insan meselesine yönelmemiştir. Buna karşılık, başta mekanik kesim gelmek üzere, doğayı insanmerkezci ile insanbiçimci tutumla incelememiştir. Bunuysa, yine örnek bilim diye kabul olunan klasik mekanikten kazandığı duygusallıktan uzak kalmağı şart koşan, ayık, duru zihniyetle başarmıştır.

İnsan sorununun iki aslî cephesi vardır: ‘Ahlâk’ ile ‘sanat’. Birincisi, daha önce de belirtildiği üzre, insanın, hem kendisine hem de hemcinslerine yönelik ‘iyilik’ ülküsüne yaklaşmak çabası ile hak-ödev bağlantısı çerçevesinde kurduğu ilişkiler manzûmesini ve bunları belirleyen kurallar düzenini ifâde eder. İkincisi de, yarar kaygısından git gide uzaklaşıp ‘güzellik’ değerlendirişine elden geldiğince uygun ürün ortaya koymanın manâsını dışa vurmanın yolu yordamıdır.

‘İyilik’ ile ‘güzellik’, dış dünyadan öylesine kopuk ve ırak bir duyuş, düşünüş ve nihâyet değerlendiriştir ki, öteden beri bilgeler ile filosof-bilginler, bunları bir beşerüstü kudretin, insana ilhâm ettiğini tasavvur etmişlerdir. Bundan dolayı Mekanikci-Positivci anlayışı benimseyenler dışında kalan düşünürler, öncelikle ‘iyilik’ ülküsünü hep dinî-bâtınî kaynaktan çıkıp geldiği kabulünden hareket etınişlerdir. ‘İyilik’,’mükemmelliğ’in doruğudur. O ülküye göre kişiler kendilerini ayarlamışlardır. Belirli bir bilge, daha doğrusu filosof-bilgin ortaya çıkmadıkca, bahse konu ülkü, toplumu oluşturanların zihninde açıklık kazanmayıp muğlâk kalır.

‘Felsefe-bilim’in, kendisinden kaynaklandığı ‘bilgelik‘ pınarıyla bağlantısını hep diri tutan ‘ahlâk’tır. Bilgelik, daha önce defalarca belirtildiği üzre, canlıyı insan kılan bütün özelliklerin, en incelmiş tarzda ve manevî cihetlerde, demekki zaman ile mekân boyutları ile maddiyatın ötesinde değerlendirilip anlamlandırılmalarıdır. Öyleyse, bilgeliğin, felsefe-bilim sistemindeki devâmı, uzantısı ve hattâ temsilcisi ahlâk düzenidir. Bu, görüldüğü gibi, felsefe-bilimin başta gelen kurucu unsuru, yürütücüsü, kılavuzudur. Bir felsefe-bilim yapısının esâsını felsefe, onun da temel taşını ahlâk düzeni oluşturur. Şu hâlde böyle bir sistemin oluşturulmasına bilim duvarını örerek başlamak, binâyı tersinden inşâa etmeğe benzer. Hâlbuki tarihî, dolayısıyla da makûl diyebileceğimiz sıra, önce bilgelik, sonra felsefe, ardından bilim, en sonda da fen (technologie) şeklindedir.

x] ‘Ümmet’ teriminin anlam sınırlarını genişletip kendilerine vucut veren kültürlerin kendilerini açıkca göstermediği, henüz belirmediği medeniyetlere ‘ümmet’ dersek, bu durumda, İlkçağ Çinli, Hintli, İranlı, Türkistanlı v.s. bilgeler ile Eskiçağ Egeli filosof-bilginleri dahî ‘Ümmet’ çerçevesinde mütâlea etmemiz gerekir.

KAYNAK: Felsefe-Bilime Ramak Kalmışken TÜRKLERİN DÜŞÜNCE TARİHİ ve FELSEFE-BİLİM  Şaban Teoman Duralı ( Kutadgubilig Dergisi, Sayı: 1)

…………………………………..

 

 

“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında”[i]

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, bu dörtlüğüyle, uzun uzadıya açıklamalar ile tariflerin beceremeyeceğince bilgeliğin aslını, esasını açık, seçik ve özlü bir biçimde ortaya koyduğu görülüyor Bkz: Ahmet Hamdi Tanpınar: “Bütün Şiirleri”, baskıya hazırlayan: İnci Enginün, 19.s.

Teknik anlamıyla felsefe-bilimin menşei olan ‘bilgelik‘, önemli oranda dinimsi, yânî efsâneyle ilgili uğraşılardan kaynaklanır.[iv] Böylelikle daha ileriki tarihlerde, kuzey Moğolistanda Orhun ırmağının yatağından çıkarılmış yazıtlarda, düpedüz dinî olanların yanında bilgeliğe ilişkin konuların da işlenmiş olduğu görülmektedir. Bunların en eskisi 581de Bugut tarafından ortaya koyulmuş olandır. Sonra, Göktürk veziri ve komutanı Bilge Tonyukuk’un 725’e tarihlenen 62 satırlık, Kül Tiğin’in 732’ye tarihlenen 72 satırlık ve nihâyet Bilge Kağan’ın 735’e tarihlenen 89 satırlık yazıtları Türk düşünce tarihinin ilk kayda değer düşünce verimleridir.

Hintli Şehzâde Siddharta Gautama’nın -nâmıdiger, Buddha, M.Ö. Beşinci yüzyılda vucuda getirmiş olduğu ve zamanla din boyutlarına erişmiş bulunan Burkancılık, kısmen kendi yerli inançları çerçevesinde yaşayan Türklere M.S. Beşinci yüzyılda vardığı tahmin olunmaktadır. Güney Çin’de Vey adıyla hâkimiyetlerini kuran Tabgaçlar (T’o-pa), 400’lerin ortalarında Burkancılığı devlet dinî olarak ilân etmişlerdir. Daha sonraları Çin hükümdarı 500lerin ikinci yarısında pâyıtahtı Çang-nan’da Türkler için bir Burkan tapınağı inşâa ettirmiştir.

Yine bu dönemlerde Hintten, Çinden ve Tibetten gelen bilge keşişlerin Türkler tarafından hüsnükabul görmüş oldukları bilinmektedir. Mezkûr devirde kaleme alınmış Bugut ile Bumin Kağan yazıtları da bu yeni inanç düzenini benimsemekte olan Türklerin o zamanki ruh hâletlerini yansıtmak bakımından ilgi çekicidirler. Sözünü ettiğimiz ruh hâletinde toplumca sıkıntısı çekilen bir ikiliğin izleri açıkca görülür. Soylular ile yetkililerin bir bölümü bu yeni inanç düzenini benimserken, halkın neredeyse salt çoğunluğu Göktanrıyı, yânî Tengriyi esas alan ata yâdigârı iytikâtlara inatla bağlı kalmıştır. Devleti yeniden ayakları üstünde doğrultmak niyetindeki Bilge Kağan, surlarla çevrili şehirler kurdurmuş ve bu arada Burkancılığa eğilim göstermiştir.

Burkan inancını benimsememiş kimi Uygur düşünürlerinin (Kao-chang yahut Turfan Uygurları), özellikle Onuncu ile Onbirinci yüzyıllarda ortaya koymuş oldukları gerek tercüme gerekse telîf eserlerle[xii] vucut verdikleri bilgelik geleneği, tüm Türk düşünce hayatını özden etkilemiştir. Bahsi geçen dönemdeki bilgelerin en dikkate değer olanlarından biri, Vapşı Bakşıdır.

Felsefe-bilimin ana yolu, yöntemi, dış (bîrûnî) tecrübe (gözlem) ile akıl yürütmeyse, bilgelikte henüz belli belirsiz safhadadırlar. Bundan dolayı bilge, iç tecrübeler ile sezgiyi yansıtmaktan âciz kalan kavramlarla elden geldiğince az iş görmeğe bakar. Nitekim bilgemiz Vapşı Bakşı da, varolanların, kişideki düşüncelerden, bunların da bilinc edimlerinden doğduğunu, bilinc edimlerininse, bölünmez, parçalanmaz, ezelî ve ebedî bilinç bütünlüğünün aşamaları olduklarını anlatabilmek için mecâzlarla dolu mesellere rağbet etmiştir.

Burkancı gelenekte yer alan Vapşı Bakşı gibi bilgeler ‘nom’lar[xvii] kaleme alırlarken, İslâm medeniyetindeki bilgelerimiz ‘divân-ı hikmet’leri yazmağa koyulmuşlardır. Nitekim, daha önce de bahsettiğimiz üzere, Türklük, tarih boyunca bir medeniyetten bir başkasına geçmekle kalmayıp medeniyetler câmiasının dahî birinden öbürüne geçmiştir. Türklük, İslâmdan önceki kısmen Göktürk ve nihâyet Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri câmiasına mensupken, Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri câmiasının üyesi olmuştur. Ne var ki olağanüstü biçim değişikliğine rağmen, kimliğini yitirmemiştir. Zirâ değişikliğin hızı, o denli tatlı, o kadar mutedil olmuştur ki, Türklük dediğimiz pâyândâ, taşıyıcı eksen kırılmamış, hep aynı kalmıştır. Bunu nitekim kimi ana gelenek doğrultularının sürüp gitmesinden açıkça görüyoruz. İşte bu ana gelenek doğrultularını bize Mehmet Kaplan, şöyle sıralamıştır: ‘Gâzîlik’, ‘velîlik’, ‘ahîlik’.

Türklüğün askerlik, savaşcılık cephesi İslâm medeniyeti devrinde nasıl ‘gâzîlik’ olarak görünüme çıkmışsa, bundan önceki medeniyet ortamında da öyle ‘alp’ tipiyle belirmiştir.[xviii] Aynı şekilde, öteki temâyüz etmiş vechesi olan ‘hikmet’te de (bilgelik) İslâmdışı yahut İslâmöncesi ile İslâm medeniyet devirleri arasındaki bütün farklara rağmen, belli bir süreklilik gözden kaçmıyor. Arap, İran gibi, öteki Müslüman toplumlarında seçkin yer tutan hikmet geleneğine Türkler, velîleri, sufîleri, ârifleri, erenleriyle katılmışlardır. İslâmda en mümtâz makam hikmete tahsis olunmuştur.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîmin Bakara Suresinin 270. Âyetinin meâli, Abdullah Cevdet’e göre, “Allah, murad ettiğini feyz-i felsefeye mazhâr eder ve fuyuzât-ı felsefeye mazhâr edilen kimseye pek çok hayr verilmiştir.”[xix] şeklindeyken, Ismâîl Hakkı İzmirli’ye göre de şöyle olmalı: “Allah, dilediğine hikmet verir. Her kime hikmet verilirse, ona çok hayr da verilmiş olur….”[xx] Nihâyet, “felsefe kumandandır; fünûn onun ordusudur… Kumandansız ordu için fevz ve selâmet yoktur. Gençleri felsefeyi zâi etmiş olan ümmet, ne büyük zâhiyâtdadır”[xxi]şeklinde bir hadîs rivâyet olunmuştur. Bunun sahîhlik ihtimâli pek zayıf olmakla birlikte, ‘Hikmet’in İslâm âleminde mâlik olduğu mevkii göstermesi bakımından ziyâdesiyle dikkat çekicidir. İslâmdan önceki ve onun dışındaki medeniyet dairelerinde dahî hikmet binâlarını inşâa etmiş Türkler, Müslüman olduktan sonra, İslâmda zâten pek ululanan söz konusu alanda neredeyse vecd hâlinde hizmet görmüşlerdir.

Kılıcıyla Gâzî’nin Dârulİslâma kattığı ülkelerde gönülleri fethedip devletin kurulmasına her bakımdan zemîni hazırlayanlar Hikmet erbâbı Velîler, Sufîler, Ârifler, Erenler olmuştur.[xxii] İslâmdan önceki ve onun dışındaki medeniyet dairelerinde Hikmet ehli Türkler, ‘Kam’, ‘Bilge‘[xxiii] ile ‘Goşt'[xxiv] lakaplarıyla anılmışlardır: Bunlar, İslâmî devirde olduğu üzre, toplumu derleyip toparlayan, yarınları düşünen, ileriye dönük tedbirler öneren, maddî ve manevî ihtiyâçları karşılayıp şifâ dağıtan ve nihâyet devletin kurulup yönetilmesinde bilfii1 görev üstlenen üstün kişilerdi.

Tarihte doğrudan doğruya ‘bilge‘ lakabıyla anılan hükümdârlarla bir Göktürkler ile Uygur Türklerinde, bir de, İlkçağ Çinlilerinde karşılaşılır. Aslında ‘hikmet binâları’na[xxv] vucut vermemiş, başka bir anlatışla, medeniyetin felsefîleşmişlik safhasına ulaşmamış toplumlarda devletin ömrü, birkaç yüzyılı aştığına tanık olunmamıştır. Türklüğün uzun geçmişi bulunan tarihiyse, medeniyet kurucusu ve taşıyıcısı bilgelere çok şey borçludur.

İşte bilge kağanlardan velilere, erenlere; yahut başka türlü söylersek, Vapşı Bakşı’dan, Hoca Ahmet Yesevî’den, Yusuf Has Hacip’ten yahut Alî Şîr Nevâî’den Hacı Bayram ile Hacı Bektaş Velî’lere yahut Yunus Emre’ye kesintisizce uzanan bir hatdan bahsetmek yanlış olmasa gerek. Mezkûr hatla aktarılan bir zihniyettir. İnsanı kavrayış, dünyaya bakış, hâl ile hareket tarzıdır. Bahsi geçen zihniyeti taşıyan hatdın esası dildir; burada söz konusu olansa, Türk dilidir.[xxvi]

İşte M.S. Altıncı yüzyıla değin gerisin geriye izleyebildiğimiz Türk yazı dilinde biçimlendiğini gördüğümüz bir bilgelik, bir hikmet edebiyatı, en sonunda Tanzîmattan, yânî Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren felsefe-bilime vucut verdi verecekken Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde millî kültür mirâsında ortaya çıkıvermiş olan korkunc ânî, şiddetli, derin, köklü, keskin kesinti, kopuş, nihâyet; biyoloji terminolojisiyle söylersek, bir mutasyon, hayırlara vesîle olabilecek sözünü ettiğimiz oluşumu akâmete uğratmıştır.

Giderek, tam anlamıyla milletleşmiş toplum ancak, insanlığa hayat iksîri olacak üstün kültür başarılarını ortaya koyabilir. İşte 1800lerin başında öncelikle ‘Osmanlılık'[xxvii] çerçevesindeki ‘Türklük’ böyle bir aşamadaydı. İki yüz yıl boyunca çekildiği istirâhat sırasında yediği yeğin ve can yakıcı darbelerle silkinip kendine gelen Türklük, “ben kimim?” sorusuna verebileceği birkaç cevap seçeneğine sâhipti.

Zâten gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde kişilik kazanmışlığın ana göstergesi, “ben kimim?” sorusunu sorabilmek ve buna ne dediğini bilir tavırla, cevap getirebilmek yönünde yürüyen bir ‘felsefî bilinç’tir. Ne olup olmadığını ve ne olabilip ne olamayacağını sezer hâlde, Osmanlı Türkü, 1800’lerden itibâren, ‘felsefi bilinc’ini ortaya çıkarmış, inşâa etmiş toplumlarla karşılaşmak üzre yola koyulmuş yahut koyulmak zorunda kalmıştır. Yola koyulurken sırtını Batı medeniyetleri câmiasından İslâm medeniyeti âlemine dayamış bulunuyor, Dâr-ul-İslâm’da ikâmet ediyordu.

Dönüp dolaştığı illerden, iklîmlerden pek çok etkilenmiş, yüklü bir tecrübe dağarıyla donanmış durumdaydı. Öncelikle İlkçağ Çin, Hint, İran medeniyetleri ile Bizans kültürü ve İslâm medeniyeti aracılığıyla Eskiçağ Ege medeniyetinin izlerini taşıyordu. Ama bütün bu izlerin, etkilerin kazınıp işlendiği tarihini boydan boya kateden hatdı da ihmâl etmemek gerek. ‘Sultan han’ın, ‘tarîkat ehli’ ile ‘ulema’nın ve ‘gâzî’nin selefleri ‘kağan’dan, ‘bilge‘den ve ‘alp’ten çıkıp gelen hat. İşte bu hatdın heyetimecmûu ‘tarih’tir.

Tarihinde olup bitmiş vakalar ve kurulmuş hukuk, zanaat, sanat ve devlet gibi geniş kuşatımlı teşkilâtlar üstünde düşünüp bunlardan geleceğe yönelik projectionlar yapabilen toplum, felsefî bilinc örneğini ortaya koyar. Böyle projectionları elbette toplumun gelişigüzel her bireyi yapamaz. Bunlar, ancak çok geniş ve derin düşünebilen vukûfu tam olan bilgeler, giderek filosof-bilimadamları başarır. Onların yetişmesine uygun ortamı sağlayan, Ahmet Rızâ beğin belirttiği üzre, ‘élitiste aristocrate monarchique’ düzenlerdir.

1859 – 1930 arasında yaşamış düşünürümüz Ahmet Rızâ beğ, bu çeşid ortamları şöyle vasıflandırır: “Büyük hükümdârlar etrâfına aristokratları toplardı. Bunlar aynı zamanda memleketlerinin aydın tabakasını oluşturan kimselerdi. Bu tabaka, halkı idâre eder, ona örnek olur, hükümdâr ile halk arasında bir yetki halkası teşkîl ederler, ilkinin şiddetini yumuşatır, ötekilerinin isteklerini frenler, buhran zamanlarında onları takviye eder, yeniden mücâdele gücü verirlerdi. Konakları kâbiliyetlilerin sığınağı, misâfirperverliğin müşterek yuvası, geleneklerin ve milletin ahlâk kurallarının canlı arşivini teşkîl ederlerdi. Tarihin büyük olaylarında yararlı müdâhaleleri müşâhade edilmiş bulunan devletin bu kudretli pâyândâları, ne yazık ki yavaş yavaş yokoldular…”[xxviii]

Almanların, Kuzey Avrupanın soğuk, puslu ormanlarından çıkıp Avrupanın Ortaçağ Hırıstıyan ile Yeniçağ Aydınlanma medeniyetlerinde işgâl ettikleri mevki ile Türklerin, Orta Asyanın doğusundaki buzlu bozkırlarından kopup İslâm medeniyetine girip orada edindikleri orun andırışmaktadırlar. Her ikisi de benzer coğrafya, iklîm ve yaşama şartlarının sonucunda hâvî oldukları; tâze, bozulmamış, manevî ve maddî güc, tâkat ve heyecânla intisâb ettikleri yeni medeniyetlerinin koruyucusu ve taşıyıcısı kesilmişlerdir.

Özellikle bu yüzden her ikisi de öteki din kardeşleri olan kültürler tarafından hep kıskanılmış, hiçbir zaman da dost ve hoş görülmemişlerdir. Önceleri yeni girdikleri zihniyet ile fikir âleminde düşünce üreten adamlarının pek azı dar anlamda felsefe yapmıştır Almanlarda Albertus Magnus, Nicolaus Cusanus, Johannes Kepler; Türklerdeyse Uzlukoğlu Farabî, Ebu Mansur Maturidî, Hoca Ahmet Yesevî, Yusuf Has Hacip. Bunların çoğuysa, sufî ile ilahî vecdlerin ve heyecanların karıştığı, mezcolduğu hayat tecrübelerinden hareket eden bilgelerdir.

Genellikle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi yönündeki çabalardan neşed eden bir yaşama tavrı ile davranma tarzı olarak tarîf olunan ‘bilgelik‘, dakik araştırma düzeni ve bilgilerin örgün birliği demek olan ‘bilim’den[xxxi] pek farklıdır. Bugünkü şartlarımız çerçevesinde düşünsek bile bilgelik, yine de bilimden elde edilmiş sonuçların kaynaştırılmasından, harmanlanmasından çıkarılan bir bütünlüklü görünümden, resimden farklı, daha fazla bir yapı, bir düzenlemedir. Zirâ bilgelik, kişisel varoluştan sökülüp ayırılamaz. ‘Zekîlik’, her ne denli olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi hüneri anlamına gelebilirse de, tamamıyla yarara yönelik olması, ‘bilgelik‘le örtüşmesini önler.[xxxii]

İşte çoğunlukla yaşantılardan hareketle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi çabalarından doğan bir yaşama uslubu ile davranma tarzı olup günübirlik yarar güdülerinin cezbesine ve akılla dizginlenmiş heyecânlara kapılmamak mahâreti şeklinde tesbît ve tescîl edilegelnıiş ‘bilgelik‘, ilk defa M.Ö. Altıncı yüzyılda Batı medeniyetleri câmiasının Eskiçağ Ege medeniyeti çerçevesinde ilkin ‘felsefe’ye, onunla birlikte de ‘bilim’e, böylece de ‘felsefe-bilim’ dediğimiz öncesi, eşi, benzeri bulunmayan düşünceyi ve bilgiyi araştırma-üretme sistemliliğine yol açmıştır. Felsefe-bilim çerçevesinde özellikle Onyedinci yüzyıldan itibâren vakıaların fizik açıdan Mekanistik nedensel yöntemle sistemlice ele alınmaları tavrı ağırlık kazandıkca, bilgece tutum ile yaşayış gerilemiştir. Bahsedilen yöntemle iş görülürken üstünde durulan yalnızca ‘duyu’lar yahut ‘duyu verileri’ olup bunların yol açtıkları yahut açabilecekleri ‘duygu’lar asla dikkate alınmazlar.

Görüldüğü gibi, doğadan devşirilen hammaddelerin bambaşka beşerî mamûllere dönüştürülme işlemleri ve bunların sonucu olması bakımından ‘heyetimecmûu’yla ‘kültür’, bir ‘doğadışı’, demekki ‘metafizik’ ortamdır. Öyleyse Mekanikci-Positivci dünyagörüşüne anaörneklik oluşturan ‘fıziğ’in kendisi bile ‘metafizik’,[xxxvii] yânî ‘inanç’larımızın, ‘fikir’lerimizin[xxxviii]çerçevesinde becerilen işlerdendir. Doğaya çıktığımızda bir ‘duyu verileri bombalanışı’yla karşı karşıya kalırız. ‘Dimâğ’ ‘akıl’ ile ‘zihin’ faaliyetlerimizle ürettiğimiz inanç ile fikir gibi, çerçevelerimize yerleştirdiğimiz bu duyu verilerinden gerçekliğe ilişkin tableaular elde ederiz. Çerçeveler, verilere nice uygun düşerlerse, onca geçer addedilirler.

Bütün bunlar, Sokrates’in ve bu arada Vapşı Bakşı ile Yunus Emre gibi, bilgelerin haklılıklarının derecesini yeniden gözümüzün önüne sermektedirler: ‘Ben’ ve ‘ben-gibiler’i sıkı sıkıya incelemeden, bu meseleyle alabildiğine uğraşmadan, doğrudan doğruya ‘bendışı’na uzanmak bizi onarılmaz yanlışlara sürükleyebilir. İşte Kant’ın da işe böyle koyulmuş olduğunu görüyoruz. Yalnız, o, bunu felsefe-bilimden önceki yahut onun dışında kalmış bilgeler gibi dağınık biçimde yapmamıştır. En örnek alınacak yanıysa, farklı alanları birbirleriyle karıştırmamağa çaba harcamış olmasıdır.[xxxix] Bu cümleden olmak üzre, klasik mekaniğin yöntemiyle insan meselesine yönelmemiştir. Buna karşılık, başta mekanik kesim gelmek üzere, doğayı insanmerkezci ile insanbiçimci tutumla incelememiştir. Bunuysa, yine örnek bilim diye kabul olunan klasik mekanikten kazandığı duygusallıktan uzak kalmağı şart koşan, ayık, duru zihniyetle başarmıştır.

İnsan sorununun iki aslî cephesi vardır: ‘Ahlâk’ ile ‘sanat’. Birincisi, daha önce de belirtildiği üzre, insanın, hem kendisine hem de hemcinslerine yönelik ‘iyilik’ ülküsüne yaklaşmak çabası ile hak-ödev bağlantısı çerçevesinde kurduğu ilişkiler manzûmesini ve bunları belirleyen kurallar düzenini ifâde eder. İkincisi de, yarar kaygısından git gide uzaklaşıp ‘güzellik’ değerlendirişine elden geldiğince uygun ürün ortaya koymanın manâsını dışa vurmanın yolu yordamıdır. ‘İyilik’ ile ‘güzellik’, dış dünyadan öylesine kopuk ve ırak bir duyuş, düşünüş ve nihâyet değerlendiriştir ki, öteden beri bilgeler ile filosof-bilginler, bunları bir beşerüstü kudretin, insana ilhâm ettiğini tasavvur etmişlerdir.

Bundan dolayı Mekanikci-Positivci anlayışı benimseyenler dışında kalan düşünürler, öncelikle ‘iyilik’ ülküsünü hep dinî-bâtınî kaynaktan çıkıp geldiği kabulünden hareket etınişlerdir. ‘İyilik’,’mükemmelliğ’in doruğudur. O ülküye göre kişiler kendilerini ayarlamışlardır. Belirli bir bilge, daha doğrusu filosof-bilgin ortaya çıkmadıkca, bahse konu ülkü, toplumu oluşturanların zihninde açıklık kazanmayıp muğlâk kalır.

‘Felsefe-bilim’in, kendisinden kaynaklandığı ‘bilgelik‘ pınarıyla bağlantısını hep diri tutan ‘ahlâk’tır. Bilgelik, daha önce defalarca belirtildiği üzre, canlıyı insan kılan bütün özelliklerin, en incelmiş tarzda ve manevî cihetlerde, demekki zaman ile mekân boyutları ile maddiyatın ötesinde değerlendirilip anlamlandırılmalarıdır. Öyleyse, bilgeliğin, felsefe-bilim sistemindeki devâmı, uzantısı ve hattâ temsilcisi ahlâk düzenidir. Bu, görüldüğü gibi, felsefe-bilimin başta gelen kurucu unsuru, yürütücüsü, kılavuzudur. Bir felsefe-bilim yapısının esâsını felsefe, onun da temel taşını ahlâk düzeni oluşturur. Şu hâlde böyle bir sistemin oluşturulmasına bilim duvarını örerek başlamak, binâyı tersinden inşâa etmeğe benzer. Hâlbuki tarihî, dolayısıyla da makûl diyebileceğimiz sıra, önce bilgelik, sonra felsefe, ardından bilim, en sonda da fen (technologie) şeklindedir.

x] ‘Ümmet’ teriminin anlam sınırlarını genişletip kendilerine vucut veren kültürlerin kendilerini açıkca göstermediği, henüz belirmediği medeniyetlere ‘ümmet’ dersek, bu durumda, İlkçağ Çinli, Hintli, İranlı, Türkistanlı v.s. bilgeler ile Eskiçağ Egeli filosof-bilginleri dahî ‘Ümmet’ çerçevesinde mütâlea etmemiz gerekir.

Teoman Duralı’nın https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Durali-Konusmalar-BSK-tumu.pdf linkindeki kitabında bilge tanımları;

Bugün bilge diyoruz buna ama bütün sonradan görme tabirler gibi bu da zayıf bir kavramdır. Bilge, bilmekten geliyor. Bilmek herkese mahsustur. Yaşamak için bilmek zorundasınız. Bilmiyorsanız ayakta kalamazsınız, yaşayamazsınız. Bilerek, bilgini sınayarak, yoklayarak, bilginin üstüne katlanarak bir ifadede bulunmak hükümdür. İşte bu tür kişiler hakîmdirler, hüküm verme kabiliyetine sahip kişilerdir. Hakîm hüküm verme kabiliyetine sahip olan kişidir.” (Duralı, Teoman, 2022, 45.s.).  https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Durali-Konusmalar-BSK-tumu.pdf

“Tarımla, zanaatla ve toplumun korunmasıyla ilgili olarak değişik sanatlar ortaya çıkıyor. Bunların arasındaki bağlantıları, ilişkileri ayarlamak için hukuk denilen bir kurum ortaya çıkıyor. Orada da hakîm, hâkim oluyor. Yani hukuki hükümlerde bulunuyor. Medeniyetle birlikte efendim, üç temel kurum beliriyor: Siyaset, iktisat ve hukuk.

Bunların hepsinin demetlendiği kişi olan hakîme bugün bilge diyoruz. İyi ifade etmiyor bilge, yani bilmekle bitmiyor iş, hüküm vermek lazım. Tabii hüküm vermeniz için bilmeniz gerekir ama bilmek yetmiyor hüküm vermek için, hüküm vermek için çok akıllı olmak lazım. Hani bugünlerde moda bir laf var: Akil adamlar. Böyle boru değil akil olmak, her ortaya çıkan akil oluyor. Bu akil adamlar toplumu yöneten insanlardır.” (Duralı, Teoman, 2022, 73.s.).  https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Durali-Konusmalar-BSK-tumu.pdf

“Edep üzerinde konuşanlar edeplerine uygun yaşarlar. Bu kişilere bilge diyoruz.” (Duralı, Teoman, 2022, 289.s.).  https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Durali-Konusmalar-BSK-tumu.pdf

“Bunlar el emeği, kol gücüne dayanmayan insanlardır. Bunlar düşünen kişilerdir: Akil insanlar. Bunlara Arapçada hakîm, Türkçede bilge denilir. Hakîm daha doğru bir söz, çünkü yargılamak kökünden, “hakeme”den gelen bir sözdür. Yargılayan, yargılamak ne demektir? Akıl ürünü cümle ortaya koymaktır.

Tamamıyla akla dayanan, yani duyguları işe karıştırmadan düşünen insanların işi. Bu hakîmler aynı zamanda kişiler arasında doğan anlaşmazlıkları gidermeye yönelik hâkimliğe de soyunurlar.” (Duralı, Teoman, 2022, 440.s.).  https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Durali-Konusmalar-BSK-tumu.pdf

“İslam’dan önceki eski Türklerde toplumun önderliğine soyunan kişiler bilge olarak nitelenmektedirler, Bilge Kağan, Bilge Tonyukuk gibi. Bilgelerin bir danışma meclisi vardır. Bir araya gelirler, toplumun, devletin hayati meselelerini tartışırlar. Savaş kararları alırlar, göç kararı alırlar, nereye yerleşileceğine ilişkin kararlar alırlar. Bu danışma meclislerine toy adı verilir. Devletin oluşumuyla birlikte gelenekler zayıflar, yerini kanun alır.” (Duralı, Teoman, 2022, 533.s.). https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Durali-Konusmalar-BSK-tumu.pdf

https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Teoman_Durali.pdf

“Tasavvuf zaman ve mekândan kurtulmuştur, bu sebeple tasavvufla felsefe birbirine zıttırlar. Felsefe bilgeliğin evladı, bilgelik de tasavvufla iç içe olduğundan, felsefe hep tasavvufla, mistiklikle karıştırılır. Hiç alakası yoktur. İbn Arabî ve Pythagoras gibi hem mutasavvıf hem filozof olabilirsiniz.

İslam felsefesi tasavvuf ve din değildir, İslam medeniyetinin içinde ortaya çıkmış olan felsefe demektir. İbn Miskeveyh gibi dinle ilgisi olmayan adamlar da yer alır orada. Belki son derece dindardı ama felsefesi hiç bunu yansıtmıyordu. İslam felsefesi demek İslam dinine bağlı olma manasına gelmez, İslam medeniyeti çerçevesinde yer almış olan bir felsefe ve bilim sistemidir.

Filozof dine bağlı olabilir ya da olmayabilir ama hiçbir filozof doğrudan doğruya dinin bildirdiklerinin emrinde ve din doğrultusunda yürüyor değildir. Mesela İslami çerçevede sayabileceğimiz filozoflardan Farabî, yine de din doğrultusunda gitmiyor.

Her şeyden önce Farabî’nin belki dindar insanların gözünde şu günahı olabilir: Filozofu peygamberle aynı seviyede görüyor.” 31-32ss.

………………

“Aranızda konar göçer boylarda yaşamış insanlar varsa daha yakından bilirler. Ben bir süre bunu yakından izleme fırsatını buldum. Yörüklerde ve Doğu Anadolu Beritan aşiretinde doğrudan belirlenmiş özel mülkiyet yoktu. Orta Asya’da da elbisesi, donu, gömleği gibi ufak tefek şeyler kişinin kendisine ait ama bunun dışında ne var ne yoksa topluluğun malı durumundadır.

Kaldıkları çadırlarla, hayvanlarla ilgili görev bölümü var. Topluluğun belirlenmiş bir yönetici sınıfı da yoktur. Çok önemli anlarda, bunalım zamanında yahut karar aşamalarında bir araya gelen ve aralarında danıştıkları Bir ihtiyarlar, kocamışlar meclisi vardır. Bu, bütün oymak ve boylarda gördüğümüz evrensel bir özelliktir. İhtiyar; hür olan, karar verme aşamasındaki insan demektir. Hürle aynı kökten gelmektedir. Niye bazı insanlara ihtiyar denmiş? Yaşamış ve yaşarken tecrübe sahibi olmuştur. Her yaşayan tecrübe sahibi olur mu? Olur ama o tecrübelerden sonuç çıkaramaz. Bu çok önemli bir noktadır. İnsanlar arasında fark vardır, insanlar eşit değildirler. Her an söylendiği gibi eşitlik yoktur. Akıllısı, akılsızı, zekisi, geri zekâlısı vardır.

Akıllı insanın öncelikli özelliği yaşadıklarından sonuç çıkarmasıdır, derleyip toparlayıp bundan bir sonuca varmaktadır. Yaşadıklarımızdan derleyip toparlayarak sonuç çıkarmamıza hüküm, yargı diyoruz. Hüküm çıkaran, hüküm verebilen kişi hakîmdir. Bugün bilge diyoruz buna ama bütün sonradan görme tabirler gibi bu da zayıf bir kavramdır. Bilge, bilmekten geliyor. Bilmek herkese mahsustur. Yaşamak için bilmek zorundasınız. Bilmiyorsanız ayakta kalamazsınız, yaşayamazsınız. Bilerek, bilgini sınayarak, yoklayarak, bilginin üstüne katlanarak bir ifadede bulunmak hükümdür. İşte bu tür kişiler hakîmdirler, hüküm verme kabiliyetine sahip kişilerdir. Hakîm hüküm verme kabiliyetine sahip olan kişidir. Yargı da yarmaktan geliyor. Bir bütün olarak görünenin yarılarak yapısının ortaya çıkarılmasıdır, yargıda bir çeşit analiz, çözümleme var.

Hakîm iki olaya müdahale eder: Sağlık sorunlarına cevap götürebilir. Bu durumda bu hekimdir. Bireyler arası ilişkilerde sorunları çözmeye yönelik hükümler verir, bu durumda da hâkimdir, yargıçtır. Kandaş topluluklarda bu birbirinden farklı işlemler tek bir kişiye dayanır. Tek kişi öyle muazzam görünüyor ki olağanüstü birtakım yetiler atfediliyor ve bundan dolayı bu kişiler görmediğimiz güçlerle, ruhlarla bağlantılı kabul ediliyorlardı ve bunlara büyücü, rahip, şaman deniliyordu. Bu kişilerin toplumlarda hayat-memat üzerinde karar yetkileri vardı. Nereden biliyoruz? Çok yakın bir geçmişe değin bu topluluklar yaşamışlardır.

Ben Himalaya’nın güneyinde, Borneo’da ve Yeni Gine’de bu çeşit toplulukların içinde yaşadım. Son otuz yılda onlar silindi gitti.

Bir ihtimal belki Amazonlarda veya Sibirya’nın çok uzak köşelerinde hâlâ yaşıyor olabilir.”. 44-46ss.

……………..

“Tarımla, zanaatla ve toplumun korunmasıyla ilgili olarak değişik sanatlar ortaya çıkıyor. Bunların arasındaki bağlantıları, ilişkileri ayarlamak için hukuk denilen bir kurum ortaya çıkıyor. Orada da hakîm, hâkim oluyor. Yani hukuki hükümlerde bulunuyor. Medeniyetle birlikte efendim, üç temel kurum beliriyor: Siyaset, iktisat ve hukuk.

Bunların hepsinin demetlendiği kişi olan hakîme bugün bilge diyoruz. İyi ifade etmiyor bilge, yani bilmekle bitmiyor iş, hüküm vermek lazım. Tabii hüküm vermeniz için bilmeniz gerekir ama bilmek yetmiyor hüküm vermek için, hüküm vermek için çok akıllı olmak lazım. Hani bugünlerde moda bir laf var: Akil adamlar. Böyle boru değil akil olmak, her ortaya çıkan akil oluyor. Bu akil adamlar toplumu yöneten insanlardır. İşte Fû Hi bunun en görünen örneğidir ve ortaya bir görüş koyuyor. O görüş daha sonra, çok sonraları işlene, işlene öğretiye dönüşmüştür.” 73.s.

…………………….

“Doğu medeniyetleri camiasında bilgelik, -çok ilgi çekici bir nokta bu- dine dönüşmüştür. Bilgeliklerden dinler ortaya çıkmıştır. Batı’da, Yunan’da –ona daha gelemedik- bilgelikten felsefe ortaya çıkmıştır. Din bilgeliği taşır, bilgeliğin sırtına binmiştir. Felsefeyse annesine tümüyle yabancıdır. Artık bilgelikle ilişkisi olabilir. Bir filozof aynı zamanda bilge olabilir ama bahçıvan da, saatçi de olabilir, makina da imal edebilir. Organik bir bağı kalmamıştır felsefeyle bilgeliğin, çünkü bilgelik önemli ölçüde duyguya dayanır. Din tümüyle bir duygu işidir. Oysa felsefe duyguyu tümüyle dışlamıştır, duyguyla arasındaki bütün bağları kesmiştir. Salt akıl ürünü düşünceye dayalıdır. O düşünceye duyguyu sızdırmaz. Felsefenin işi budur.

Tamamıyla duyguyla düşünce ayırt edilmiştir, araya çelik bir duvar örülmüştür. Aklın işleyişini belirleyen kurallar, ilkeler ve yöntemler bize mantığı verir. Felsefenin esası mantıktır. Hayatta mantığın doğrudan bir yeri yoktur. Mantık sunidir, yapmacıktır.

Din yaşatan bir olaydır, hayattır. Bu anlamda dinde mantık yoktur. Felsefeyle din düşman denilir, hiç alakası yoktur. Elmayla armudu topluyorsunuz, hiç birbirine müdahalesi yoktur. Arada bir tek köprü vazifesini görebilecek olan alan ahlaktır ama felsefe ahlakı da akıl üzerine kurar. Yani ahlakta mantık esastır, bu bakımdan insanlar ahlaktan ziyade dinin getirdiği edeple iş görürler. Dinin de zaten bütün işi gücü edeptir. Mevlânâ, “Kur’an’ı bir baştan bir başa okudum, edepten başka bir şey bulamadım” der.

Şunu kastediyor: Doğanın yargılanmasına yer vermiyor Kur’an. Niye vermiyor? Çünkü zaten onu görüyorsun, önünde duruyor. Onu görüp de sen aklınla yorumlayıp yargılıyorsun doğayı, edebi görmüyorsun. Edebin unsurları yok karşımızda, yanımızda, tamamıyla soyut da değil, idealdirler. İyi, kötü, cesur, korkak, faziletli, namuslu, namussuz, şerefli, şerefsiz, vb. ideal kavramlardır. İşte, şeref, iyi budur diye armut ağacını, göğü, taşı gösterdiğimiz gibi gösteremeyiz. Bu taştır, zümrüttür, yakuttur, kömürdür, vb. gösterebiliyoruz, işaret ediyoruz.”. 77-78ss.

…………………………

“Sokrates de aynı şekilde kendisinden hiçbir şekilde kutsi bir kişi olarak bahsetmiyor. Çok ilgi çekici bir hususu sonuç olarak söyleyeyim: Doğu bilgeliklerinde, Budacılıkta Gautama Siddhartha, Konfüçyüs ya

da Lao Tzu peygamber değil, bilgedir. Bu bilgelikler dine dönüşmüştür, din hâline gelmişlerdir ve bu kişiler Tanrı mesabesine çıkarılmışlardır. Gautama Siddhartha’nın Tanrısı yoktu, Tanrı’dan bahsetmez ama zamanla kendisi Tanrı mesabesine çıkarılmıştır.

Batı’daki, yani Yunan’daki bilgelik dine dönüşmez, felsefe hâline gelir. Sami dünyasında din bağımsız olarak ortaya çıkar, Yahudilerin ve Arapların elinde din bir bilgelik olarak temayüz etmez.

Başlı başına bir kurum olarak çıkar ve insan elinden çıkmamıştır,

iddiası budur. Din hiçbir vakit sosyolojik bir hadise olarak kendini tarif etmemiştir Batı’da, teolojiktir, iddiası budur.” 128-129ss.

…………………….

“Felsefe-bilimin annesi bilgeliktir ama bilgelik kendiliğinden doğrudan doğruya doğal olarak felsefe-bilime yol açmış değildir.

Bilgeliklerle her kültür çevresinde karşılaşıyoruz. Bilgelikler dinlerden oluşmuştur, dinlerden dünyaya gelmişlerdir. O toplumun kendine mahsus dininden ortaya çıkıyor. Dinden farkı şu: Din müellifi belli olmayan bir olaydır. Yani kimin onu belirlediği belli değildir. İnsanların ilk ortaya çıkışından itibaren din olayıyla karşılaşıyoruz.” 209.s.

……………………………….

“En başta dedik ki, bütün toplumlarda bilgelikle karşılaşıyoruz ama kimi toplumlarda üstün bilgeliklerin yetiştirildiğini görüyoruz. Özellikle Avrasya’nın doğusunda kalan Çin, Hint ve İslam öncesi İranlılar büyük bilgelik gelenekleri ortaya çıkarmıştır. Bu büyük bilgelik gelenekleri -burası çok ilgi çekici bir şey- zamanla dinlere dönüşmüştür. Şintoluk, Hinduluk, Budacılık, Konfüçyüsçülük, Zerdüştlük/ Mecusilik belli başlı büyük bilgelik kollarıdır.

Bunların hepsi dine dönüşmüştür. Kimisi dinle ortaya çıkıyor, Mecusilik ve Hinduluk baştan itibaren bir dindir ama Budacılık, Konfüçyüsçülük, Taoculuk başlangıçta din değildir. Müellifleri, kurucuları bilgeydiler. Daha sonra bu bilgelikler dine dönüşmeye başlar, dinleşir. Dünya ötesi manevi güçlerin varlığı kabul edilir.

Özellikle Budacılıkta başlangıçta yoktu, dünyevidir başlangıçta, yani Gautama Sidarta onun kurucusu, yapıcısı, belirleyicisi olan kişi böyle bir iddiada bulunmaz.

Batıya geldiğimizde dinler bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır. Özellikle Batı Asya’da Arap Yarımadası’nda Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık bağımsız olarak ortaya çıkıyorlar, bilgelik iddiasını taşımıyorlar. Yunan’da, Roma’da ve yine Batı Asya’da, Mısır’da, Kuzey Afrika’da gördüğümüz önceki çok Tanrılı dinler hiçbir zaman bilgelik değildirler, doğrudan doğruya din olarak gelmişlerdir. Avrasya’nın batısındaki bilgeliklerden Yunan bilgeliği felsefeye dönüşüvermiştir. En önemli büyük bilge Thales’dir. Felsefenin onunla başladığı doğru değildir ama felsefeye giden yolun başını teşkil eder. Neden? Çünkü belli bir görüşü, zanaatı genelleştirir. Felsefenin ve oradan doğan bilimin yapısını genelleme oluşturur.” 218.s.

…………………….

Bilgelik değişe değişe, dönüşe dönüşe Sokrates’te bir kavram soruşturması, kavram araştırması durumuna gelmektedir.

Öğrencisi Eflatun felsefenin bütün şubelerini, bölümlerini karşımıza çıkarmaktadır ama henüz binayı inşa etmiyor. Eflatun’un kalburüstü, olağanüstü önemi buradadır. Batı dünyasında iki anayolun, mistikliğin ve felsefenin açıcısıdır. Talebesi Aristoteles felsefeyi bütün köşe bucağıyla inşa ediyor. İlk defa felsefe tarihte doğa ötesi güçleri veya gücü esasına, temeline almadan açıklama getirme çabasındadır. Eflatun’da bu tam anlamıyla yapılmamaktadır. Yani tümüyle felsefe inşasını din dışı bir zemine oturtmuyor.” 219.s.

……………………….

Bilgeliğin annesi, bilgeliğin felsefe-bilimdeki tek uzantısı akıldır. Toplumların kendi edep kuralları vardır. Biz burada bir topluluğuz, kandaşız, babayız yahut kabileyiz.” 222.s.

……………………….

“TEOMAN DURALI- Şimdi bilgelik erdemdir iddiasını güden Sokrates’ti, Eflatun’du ve daha önceki bilgeler Tanrıcıydılar.

Esasta akıl o gün de, daha sonraki dönemlerde de dini bir terimdir. Erdemde de, fazilette de dini bir taraf vardır. Dini gündemde tuttuğunuz sürece alabildiğine serbestçe davranamıyorsunuz.

Bunu kaldırdığınız vakit serbestliğe kavuşuyorsunuz. Büyük İngiliz filozof Jung kendisi Tanrı’ya inanmıyor, tanrısız, tanrı tanımaz ama Tanrı’nın toplum için şart olduğunu öne sürüyor. Başka türlü diyor toplumu bir arada tutamayız.” 229.s.

………………………..

“TEOMAN DURALI- Ama o da ahlâka girer. Mesela Jean-Jacques Rousseau’nun -belirttiğiniz gibi- toplum sözleşmesi, o da ahlâka aittir. Edeple arasındaki farka gelince… Tekrar oraya geleceğim; biraz önce bir arkadaşımız sordu. Edep üzerinde konuşanlar edeplerine uygun yaşarlar. Bu kişilere bilge diyoruz. Ahlâk kuran filozof kurduğu ahlâka uygun yaşamak zorunda değildir. Rousseau deyince aklıma geldi.” 289.s.

………………………….

“Benzerleri şu anlamda var: Geçerken kazara felsefî birtakım ifadelerde bulunabilirsiniz. Bu dediğinizi felsefî kılmaz. Bu tuzağa felsefe tarihçileri çok sık düşmüşlerdir. Hint felsefesinden Çin felsefesine, Mezopotamya felsefesinden, şundan bundan bahsetmişlerdir. Hayır. Mükemmel bilgelik gelenekleri var, içlerinde yer yer felsefî unsurlar geçer ama kurumlaşmış değildir. Burada bir kurum inşa edilmiştir. Burada bahsetmedik ama bunu da ekleyeyim: Felsefe dinî olmayan ilk kurumdur.” 290.s.

…………………………………..

“Aristoteles’ten önce savaş sanatının büyük üstadı Çinli bilge Sun Tzu’dır. Mete ondan öğreniyor ve onu takip ediyor. Ordu kuruyor Mete, öncesinde ordu örgütlenmesi yok.”. 315.s.

………………..

“Böyle bir ayrım yok o topluluklarda, bunlar hep sonra ortaya çıkar. İşbölümüyle baş gösteren bir ayrım, çünkü bir sürü işkolu ortaya çıkıyor. Tarımla uğraşanlar var, bu tarımla uğraşanların alet edevatını şehirde imal edenler var. Demircisi var, marangozu var, ıvırı var, zıvırı var ve bu değişik işkolları değişik kökenden gelen insanların ilişkilerini ayarlayan bir meslek öbeği karşımıza çıkıyor. Bunlar el emeği, kol gücüne dayanmayan insanlardır. Bunlar düşünen kişilerdir: Akil insanlar. Bunlara Arapçada hakîm, Türkçede bilge denilir. Hakîm daha doğru bir söz, çünkü yargılamak kökünden, “hakeme”den gelen bir sözdür. Yargılayan, yargılamak ne demektir? Akıl ürünü cümle ortaya koymaktır.

Tamamıyla akla dayanan, yani duyguları işe karıştırmadan düşünen insanların işi. Bu hakîmler aynı zamanda kişiler arasında doğan anlaşmazlıkları gidermeye yönelik hâkimliğe de soyunurlar.

Hakîm aynı zamanda hâkimdir ve aynı zamanda tek tek bireylerin rahatsızlıklarını, hastalıklarını teşhis edip tedavi eden insanlardır, hekimlerdir ve nihayet siyaset olayını yürüten hüküm sahibidir, hüküm verirler.” 440.s.

…………………………

“Çok önemli bir nokta: Asya’daki bilgeliklerden dinler ortaya çıkmıştır.

Lao Tzu bir din önderi olmuştur. Peygamber diyemeyiz, çünkü Tanrısı yok. Peygamber Tanrı elçisidir. Batı’da bu var mıdır? Kısmen var. Hıristiyanlıkta da İsa düzayak bir peygamber değildir. Tanrı gibidir, onu da anlamıyorum, onu da size izah edemem.” 479.s.

………………………..

“Konfüçyüs’ten sonra Mo Ti adında büyük bir bilge gelir ve o da Çin’in devlet ve aile hukukunu belirler. Bir devletin üç sütunu vardır: Hukuk, -ahlâktan gelir- iktisat ve siyaset. Mo Ti özellikle hukuku belirler. Çin olağanüstü derecede sağlam bir hukuk devleti olarak yaşaya gelmiştir. Belki bu kadar uzun ömürlü olmasının hikmeti de buradadır. Çok sağlam bir hukuka dayalı olmasındadır.” 482-483ss.

……………………………

“TEOMAN DURALI- Felsefenin annesi bilgeliktir. Filosofía hikmeti sevme manasına geliyor. Eflatun hikmeti Tanrı’yı sevmek (theósfilía) manasında alıyor. Eflatun filosofía ve theósfilía’yı birleştiriyor ve bu dünyevi bilgelik anlamını aşıyor, ilahilik işin içine giriyor. Eflatun’un talebesi Aristoteles tamamıyla dinden koparır. Dine düşman, dine karşı değil, dinden bağımsız bir olay hâline getiriyor. Seküler, dünyevi, akla dayalı bir olay olarak ele alıyor. Sokrates’in ne dediğini bilmiyoruz, çünkü yazılı hiçbir şey yok. Sokrates adına ne deniliyorsa, Eflatun’da çıkmış. Eflatun kendi ağzıyla konuşmuyor, hep Sokrates’in, hocasının, ustasının ağzından konuşuyor. Bu da işte tasavvufi bir gelenektir, mistik bir olaydır. İslam’daki mistikliğe tasavvuf diyoruz. Benliği ortaya çıkarmayacaksın.” 509-510ss.

………………..

“Tibetlilerin tanrı hükümdarı Dalay Lama; lama bilge, dalay ise ulu deniz demektir. Talay dalay olmuştur, bütün değişiklik bu. Denizle çok fazla bağlantısı olmayan milletlerde deniz, göl, ırmak ayrımı açık değildir.” 519.s.

…………………..

“Göktürklere, Uygurlara değin Türkler Çin medeniyetindendiler. Mutlak anlamda değil, çok saptıkları noktalar var ama heyeti mecmuu Doğu medeniyetleri camiasından Çin medeniyetine mensuptular. Uygurlar Hint medeniyetine geçerler. Türk tarihinin en büyük devlet adamlarından biri Tonyukuk’tur. Kesif bir Budacılık akımı var, Budacılığa geçmek isteniyor. Tonyukuk Çin’de dünyaya gelip yetişmiş, orada öğrenim görmüş bir Göktürktür ve Bilge Kağan’ın veziriazamı olur. “Kesinlikle Budacılıkla Taoculuğa geçilmeyecek. Bunlar yatalak dinlerdir, bizi miskinliğe sevk eder.” 523.s.

……………………..

“Yani doğrudan doğruya falanca tarihte şu biçimde Türkler Eflatun’dan bu örneği almış ve uygulamışlardır dememizi mümkün kılacak herhangi bir belgemiz, delilimiz yoktur. Dolaylı olarak bundan söz edebiliriz. Eflatun’dan en fazla etkilenmiş büyük filozofumuz, belki de tek Türk filozofu Uzluk Oğlu Farabî’dir. Öncelikle devlet felsefesi babında Eflatun’dan çok etkilenmiştir. Farabî’den başka filozof değil ama iki büyük bilgemiz var. Türklerin bilgeleri İslam’dan önce ve İslam’dan hemen sonraki dönemde öncelikle devlete odaklanmışlardır. Tasavvufa kayan bilgelerimiz daha sonraki çağlardadır. Çünkü Türklüğün yüreğinde -öyle diyeyim devlet ve askerlik olmuştur.” 527.s.

……………………..

“En üstün us toplumların önderleri olan beylerdedir. En üst seviyedeki us beylerde ve boyların birliğini ifade eden budunun başındaki kişide tecelli etmektedir, bunun adı meliktir. “Melik”i bilge veya bilinç diye bugünkü Türkçeye tercüme edebiliriz. Meliğin tecellisi, tezahürü toplum idare sanatıdır ve buna en önemli, en büyük bilgelerimizden Yusuf Has Hacib “kutadgu bilig” demiş.

Kutadgu bilig, bilince ermenin getirdiği üstün saadettir, kut en üst seviyedeki kutsallıktır. En üst seviyedeki mukaddeslik, kutsallık devlettir. Bunun bilincini yaşayan kişi ise “kutadgu bilig”dir.

İslam’dan önceki eski Türklerde toplumun önderliğine soyunan kişiler bilge olarak nitelenmektedirler, Bilge Kağan, Bilge Tonyukuk gibi. Bilgelerin bir danışma meclisi vardır. Bir araya gelirler, toplumun, devletin hayati meselelerini tartışırlar. Savaş kararları alırlar, göç kararı alırlar, nereye yerleşileceğine ilişkin kararlar alırlar. Bu danışma meclislerine toy adı verilir. Devletin oluşumuyla birlikte gelenekler zayıflar, yerini kanun alır.” 533.s.

………………………………

“Türkler toyları toplayarak karar alırlar. Bizim iki çeşit zevzeğimiz var: 1. Kendimizi olağanüstü düşük görme gayretinde olan şebelekler var, 2. Olağanüstü yüce göstermeye, haddinden fazla göklere çıkarmaya eğilimli kişilerimiz var. Bu toyların, danışma meclislerinin demokrasiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Çünkü bu iddiayı getirir bu kişiler, bizde demokrasi vardı, efendim meclis vardı derler. Evet meclistir ama bütün halk kitlesinin katıldığı bir meclis değildir.

Sadece ve sadece her toplumun, obanın, oymağın, boyun ve nihayet budunun bilgelerinin bir araya geldiği bir meclistir. Bu, Türklere mahsus değildir, hemen hemen bütün kadim toplumlarda karşılaştığımız bir manzaradır. Germenlerde, İbranilerde, Araplarda da vardır. Çinlilerde yoktur, çünkü Çinliler baştan itibaren son derece muhkem, müstebit, merkezi bir devlete sahiptirler. Türklerin devleti merkezidir ama muhkem değildir. Çok mütecanis, homojen değildir. Birçok parçadan meydana gelir. Konfederatif, ittifaklara dayalı bir yapısı vardır. Bu sebeple de çok kolay dağılabiliyor. Selçukluya değin Türk devletleri kısa ömürlü olmuşlardır. seksen, yüz, yüz elli, en babası iki yüz yıl civarında yaşadı, bunu aşmıyor. Gerek Büyük Selçuklularda, gerekse Anadolu Selçuklularında ilk kez uzun ömürlü bir devlet yapısını görüyoruz, tabii en uzun süreyi Türk devlet geleneğinin şahikasını oluşturan Osmanlı’da görüyoruz ki altı yüz küsur yıllık bir devlet yapısına sahiptir.” 534.s.

………………………………..

“TEOMAN DURALI- Kung Fu bir filozof değildi, bir bilgeydi. Strateji ve taktik ikiliği yoktu onda, o bize dövüş sanatlarını aktarır. Bu sadece onda değil, bütün Çinli bilgelerde vardır, Konfüçyüs’te de vardı. Bütün bu doğu bilgeliklerinde savunma sanatı diyebileceğimiz olaylar vardır. Savaş ve askerlik sanatı bunu aşar. Dövüş sanatı değildir o yalnızca, biraz önce söyledim size, bütün bir savaş senaryosu düşünülür, öngörülür.” 543.s.

 

 

E-Posta Bültenimize Bekliyoruz.
Haftalık olarak, sizinle tüm içeriklerimizi e-posta yoluyla paylaşıyoruz.
icon
RELATED ARTICLES

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here


Most Popular